Bir Daha Asla


                                                                        ÖNSÖZ
                                                                              GİRİŞ

                Asansör kapısı açıldığında tavanlardan yansıyan beyaz ışıkla birlikte aydınlanmış olan bu koridor, ayaklarımın altına serilivermişti. Topuklu ayakkabımla koridora doğru yürümeye başlayınca çıkan ses koridor boyunca yankılanıyordu. Dar ama oldukça uzun olan koridorun iki duvarına da resmedilmiş olan; sarı uzun saçlarını göklerden aşağıya sarkıtmış, hapsedildiği kuleden kurtarılmayı bekleyen Rapunzel; ormanda aç bir kurtla karşılaşmış olan kırmızı başlıklı kız; yeşil kısa kalmış pantolonu ve yırtık pırtık gömleği ile uçmakta olan Peter Pan; ok ve mızrağı ile atış yapmakta olan Robin hood; o kapkarası kıyafetleriyle pelerinini uçuran Batman, insanı masal dünyasına alıp götürüveriverse de arkasında barındırdığı karanlık dünyaya perde çekmeyi başaramamıştı. Hastanenin bu koridoru pediatrik onkoloji servisine aitti. Çocukları içine çeken bu masal diyarının odalarında acılar saklıydı.
                Herbir odada yatan küçük bedenler ne bir Rapunzel gibi saçlarını sarkıtabiliyor ne de hayallerde ki gibi Peter Pan’ in ölümsüzlüğüne sahip olabiliyorlardı. Dahası öleceklerini bildiği halde yaşama umudu uğruna kendilerine yapılan her türlü acıya katlanmak zorunda kalıyorlardı.
                Bu masal diyarı boyunca yürümeye devam ederken; duvarda yedi cüceleri ile birlikte duran pamuk prensesin kendisine uzatılan elmayı almaya çalıştığı halini farkettim. Bu kadar güzel ve kusursuz olan elmanın zehirli olabileceğini kim düşünebilirdi ki? Işte hayatta sana hataları böylesine kusursuz sunuyor sense aldanıp bir ıssırık alıyordun. Sadece bir ıssırık lezzetine bakmak için aldığın küçücük bir ıssırık tüm hayatına bedel olabiliyordu. Oysa masal ne güzel de mesajını veriyordu masum çocuğa. Güzel görünümlü kraliçenin kötülük yapmak için ancak çirkin bir cadıya dönüşebilmesi; sana uzatılan elin aslında hiç de masum bir yüzünün olmadığının kanıtıydı. Elimi o çirkin cadının yanağında gezdiriyordum. Karga gibi bir burnu ve çarpık dişleriyle şeytanca gülümsüyordu. Ben nasıl olur da bana yaklaşan kirli kalpli insanların gerçek yüzlerini görememiştim. Kendime inanamıyordum. Bu kadar mı gözlerim kapalı bu kadar mı masal dünyasının içinde kaybolmuştum? Hem de bu kadar kötü karakterlerle dolu olan masallar olmasına rağmen.
                “Zeynep Hanım!” yanı başımda duyduğum sesle kaybolduğum masalların arasından servisin içine düşüvermiştim. Kendime geldiğim de yanımda duran bayanın doktorun sekreteri olduğunu farketmiştim. Yanaklarımda ince bir sızı gibi dökülen yaşlarımı telaşla sildikten sonra;
                “Affedersiniz Seval Hanım farketmemişim.” Bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Ben bildim bileli bu genç kadının siyah çerçeveli gözlüğü ve koyu kırmızı rujunun tonu bir kez olsun değişmemişti. Ama çok naïf ve kibar bir ses tonu vardı. Onunla her ne kadar sadece randevular için görüşmüş olsak da onun her sesini duyuşum da yüreğime bir anne şefkati dokunmuş gibi olurdum. Benim anne şefkatine ihtiyacım olduğundan mı yoksa gerçekten pamuk gibi bir sese sahip olduğundan mı bilinmez ama bu kadar şefkatli olması sanırım böyle bir serviste çalışıyor olmasından kaynaklanıyordu.
                “İyi misiniz Zeynep Hanım?” Yüzümü göstermek istemiyordum. Kırmızı gözlerimi görsün ve bana acısın istemiyordum. Hemen dudaklarıma kısa bir gülümseme kondurarak kaçamak bir bakış attım gözlerine;
                “Evet, evet iyiyim. Doktor bey odasında mı?” Benim kaçamak cevabıma sıcak bir anlayış sergileyerek hemen masasına yöneldi;
                “Normalde şimdi randevunuz vardı lakin doktor bey acil bir ameliyata girmesi gerekti. Ancak çok uzun sürmez ameliyat kendisine ait değil. Sanırım yardımcı olması gereken bir durum gelişti. Eğer vaktiniz varsa beklemenizi rica ettiler.”
                “Evet vaktim var sıkıntı değil.” Yine o koyu kırmızı dudaklarıyla sıcak bir gülümseme kondurmuştu yüzüne.
                “O zaman buyrun siz doktor beyin odasına geçin ben size yorgunluk kahvesi yaptırayım. Kesin nöbetten çıkmışsınızdır. Lina aşağıda mı?”
                “Evet aşağıda tedavisi yapılıyor.” Diyerek Seval Hanımın açtığı kapıdan içeriye girdim. Ardımdan kapıyı kapatmıştı. Ilk defa bu odaya geliyor gibiydim. Bugün nedense bana çok farklı bir gün olacak gibi geliyordu. Doktor bey her zaman görüşmeye çağırmazdı. Zaten her tedavi sonrası doktor beyle bir görüşmemiz olurdu. Bu yüzden içten içe beni rahatsız eden bir tedirginlik yaşıyordum.
                Karşımda duran devasa beyaz masanın önünde karşılıklı iki çift beyaz koltuk vardı. Doktor beyin koltuğu da beyazdı. Odanın hemen yanında küçük bir oyun parkı vardı. Yeşil, mavi, sarı, kırmızı renklerle canlandırılmış çitler ve yine yeşil küçük bir kulübesi vardı. Odanın diğer yanından muayene odasına geçiyordunuz. Odada neler olduğunu biliyordum. Masanın dayandığı duvara varyemez amca ve onun tatlı yeğenleri çimenlik bir alanda yürüyor edasında bir resim çizilmişti. Muayene masasının yanında ki küçük etejerde oyuncak ayılar duruyordu. “Muayene aletleri nerede?” demeden edemezdiniz. Öylesine dikkatle kamufile edilmişti herşey. Ama acı değdi mi tene yakmaz mı? Yakar bir kere.
                O kadar odanın beyazına dalmışım ki kapı açılınca bir anda ürktüm. Hastanenin kafe çalışanı elinde tepsi ile gelmişti. Bol sütlü bir neskafeyi önüme koydu ve iyi günler dileyip çıktı.
                Tek başıma içecektim kahvemi, hayatımda yaşadığım her an gibi. Beraberlik duygusunu çoktan yitirmişti yüreğim. Yerinde kocaman bir boşluk var. Asla dolmasına yetmeyecek kadar hayal kırıklıklarımla dolu. Oysa hepsi hatalarımın bedeliydi. Kendim etmiştim ama sadece kendim bulmuyordum. Küçücük kızım günahlarımın bedeline kefalet olmuş herşeyin bedelini o ödüyordu.
                Daha 18 yaşındaydım. Bu sahte şehir İstanbul’ a üniversite kazanıp gelmiştim. Annem, babam ve biricik oğlan kardeşim Murat, büyük umutlarla beni bu okula göndermişti. Sarışın derin mavi gözleri olan deli dolu bir kızdım. Güzelliğin herşeye sahip olduğuna inandığım çağımda zar zor kazanabilmiştim hemşireliği. Ama annem ve babam ne kadar da çok sevinmişti. Küçük bir sahil kasabasında yaşıyorduk o zamanlar. Babam marangoz ustasıydı. Babamın ustalığı oldukça iyiydi. Kasabada da oldukça tanınır ve sevilirdi. O zamanlarda çok lüks villaların ustalığını yapardı. Eline de iyi para geçerdi. Ne kadar yazları çok canlı geçen bir yerde büyümüşte olsak babam yetiştirilme tarzıma çok önem verirdi. Ama ne kadar beni tutabilirdi ki ben macera olarak adlandırdığım bir çok hataların peşine düşerdim yine. O ise beni nazikçe uyarır kırmamaya çalışırdı canım babam. Sevgisini benden hiç eksik etmemişti. Saçlarımı şefkatle okşardı. O yüzden saçlarımı traş ederken hiçte zorlanmamıştım. Zamanla saçlarımda taşıdığım bu yük ağır gelmeye başlamıştı artık bana. Ama elinde hissettiğim o ağırlığını, o parmaklarının kalınlığını hala başımda varmış gibi hissederim.
                Beni İstanbul’ a göndermek için otobüse bindirirken babamın başıma kondurduğu busesi, annemin ise sırtıma sımsıkı bağladığı kolların sıcaklığı son zamanlarda daha çok hisseder oldum. Otobüs hareket ettiğinde annem, babam ve kardeşim sevinç gözyaşları döküyordu. Bense kaderimdeki en derin karanlığın yolculuğuna çıkıyordum.
                Tüm öğrenciler de olmak üzere ben de hayatta herşeyi bildiğimizi sandığımız şapşallardık. Öğretmenlerin bize yaptığı onca öğüde kulp takar dalga geçerdik. Bir çok insanı içinde yutmasıyla meşhur olan İstanbul’ a meydan okurduk. Keşke! Keşke! Hatalarımın bedeli bu kadar ağır olmasaydı da ben de torunlarıma gençlik yıllarımı; deli bir dalganın kıyaya vurup da durulduğu gibi ninni yapıp anlatsaydım. Ama hayat insanın yaşına da masumiyetine de bakmıyor. Evrene hatalı bir adım atmaya gör işte o adım ömrüne attığın bir çelme olabiliyor.
                Okul çıkışı birgün para çekmek için bankaya gitmiştim. O günü hiç unutmuyorum. Banka o kadar kalabalık olmasına rağmen sadece ön tarafımda oturan bir adam ilgimi çekmişti. Iri yarı omuzların taşıdığı ince boynunun sol tarafında yaptırmış olduğu dövmeyi inceliyordum. Sanki bir yaprak, sanki bir yılan, sanki bir saat kolye anlam veremediğim değişik bir şekle sahipti. Sanki bu dövme herkes tarafından görünsün diye özellikle kısacık asker traşı yaptırmış bu adamın beni çeken bir yönü olmuştu. Elindeki kağıda boyna bakıp tıslayıp duruyordu. Zamanla yanlarımızda oturan insanlar azaldı. Mesainin bitmesine çok az kalmıştı. Benimse para çekemezsem cüzdanımda hiç param olamayacaktı.
                Güvenlik görevlisi adam, bir kaç sayıyı sesle çağırdıktan sonra;
                “Geri kalan sayıların işi ne yazıkki bugün yapılamayacak. Yarın tekrar gelip tekrar sıra almanız lazım.” Bir anda bir çok kişi söylenmeye başlamıştı. Gitmemekte direnenler, mağdur olduklarını dert yananlar… Hepsi bir ağızdan konuşuyordu. Bense bu curcunanın bitip herkesin dağılmasını bekliyordum. Bu durum ne kadar uzun sürse de en nihayetinde dağılacaklardı. Önümde ayakta duran bu adam sağına soluna bakıyor o da ne yapacağı konusunda karar veremiyordu. Önüne arkasına bakarken bir anda beni farketti.
                Kendisinden emin bir tavırla başını sallayıp göz kırparak;
                “Sen niye bekliyorsun?” dedi. Ben de kendimden çok emin özgüveni yüksek bir kızdım. Konuşurken asla utanıp sıkılmazdım. Babam beni öyle büyütmemişti çünkü. Geçiştirir tarzda bir cevap verdim;
                “Görevliye rica edeceğim bakalım.” İnsanlar yavaş yavaş dağılmaya başlayınca güvenlik görevlisinin yanına yaklaştım;
                “Affedersiniz ben öğrenciyim. Mutlaka para çekmem gerekiyor. Bu konuda bana yardımcı olmaz mısınız?” Adam bana beklediğimden çok daha soğuk bakmıştı. Istanbul’ da kim bilir benim gibi kaç öğrenci daha vardı. Bu laflara karnı tok olan adam bıkkın bir ifade ile ama kırıcı da olmamak adına ;
                “Ne yazıkki yardımcı olamıyoruz. Şikayet olayları ile karşılaşıyoruz. Sıranız oldukça geride. Torpil yaptığımı düşünürler. Üzgünüm. Ileride ki semtlerde bankamatiği çalışan şubelerimizi deneyebilirsiniz.” Dedi ama en yakın şube zaten en az bir saat uzaklıktaydı. Tabi o zamanlar ilk senem olduğu için bir saatlik yürüme mesafesinin çok uzun olduğunu sanıyordum.
                Bankadan çıkmamla arkamdan “Hey!” diye seslenmesi bir oldu. Arkamı döndüğümde o da bankanın kapısından benle birlikte daha yeni çıkıyordu.
                “Buyrun.” Dedim.
                “Baksana, kulak misafiri oldum. Öğrencinin parasız kalması hiç iyi değil zamanında bende bu durumla çok rastlaşırdım. Sonucu pek iyi olmazdı. Istersen ben sana bugün vereyim. Ama yarın kesinlikle alırım ona gore benim de makbuzları halletmem gerek.” Demişti. Karşılıksız yapmıyor da bana da güvenemiyormuş gibi yapması güvenimi kazanmasına sebep olmuştu.
                “Peki sana parayı ya getirmezsem?” dedim. O da çapkın bir gülümseme ile havaya bakarak eli çenesinde kısa bir düşündükten sonra;
                “O zaman şöyle yapalım; ben seni kaldığın yere kadar götüreyim. Yarın bankaya gelmezsen ben de senin kapına dayanayım. Ha nasıl fikir?” diyerek bana gülümsüyordu. Şimdi yüzünü dahil unuttuğum hatırlamakta istemediğim bu adam o zaman bana ne kadar da çok yakışıklı ve karizmatik gelmişti.
                Teklifini kabul etmiş kaldığım yurda kadar onunla birlikte sohbet ederek yürümüştüm. Orta gelirli bir ailenin çocuğu olduğunu; Işletme gibi bir bölüm bitirdiğini ama deneyimi olmadığı için bir şirkette ancak kapıda geceleri güvenlik görevlisi olarak çalıştığını söylemişti. Sert bir duruşu olmasına rağmen oldukça sıcak kanlı ve konuşkandı.
                Boynundaki dövmeyi sormuştum. Nasıl bir şekil olduğunu; düş kapanı demişti. Rüyalarında bazı zamanlar korkulu düşler gördüğünü bu dövmenin de zamanında Kızılderililerin muska olarak kullandığını söylemişti. Işe yaradığını bana uzun uzun anlatmıştı. Bana dair neredeyse hiçbir şey sormamış, hareketleriyle rahatsız etmemişti. Neredeyse boş denebilecek kadar yüzeyel bir konuşma geçmişti aramızda. Yurda geldiğimde vedalaşmak için elimi bile sıkmaya yeltenmemişti.
                Ertesi günü iple çekmiştim. Erkenden uyanıp bankanın yolunu tutmuştum. Ama o gelmemişti. Ne yazıkki telefon numarasını da almayı akıl edememiştim.
                Bir kaç gün sonra yurdun önünde dikilmiş bekliyordu. Bir arkadaşının yerine çalışması gerektiği için gelemediğini söylemişti. Çok özürdiliyordu. Ama uzattığım parayı da almak istemiyordu. Bunun sebebi olarak suçlunun kendisi olduğunu belki ben bilemeyip harcamış olacağımdan belki son paramı ona veriyordum. Böylesine mantıklar yürüterek parayı geri çevirmeyi başarmıştı. Sonrasında neden ayrılmamız gerekirken ben duraksamış ve ona karşı kendimi borçlu hissettiğim için onu kahve içmeye davet etmiştim? Neden ama neden arkamı dönüp gitmemiştim?
                “Eh madem o zaman sana şu kafede bir kahve ısmarlayayım.” Dediğimde şeytani bir gülümseme olmuştu yüzünde. Kafeye gitmiş sonra bir kez daha gitmiş sonra bu görüşmeler gece kulüplerine dönmüştü. Asla feyazan bir hareketi yoktu. Maddi zorluklarını anlatır bakmakla sorumlu olduğu kardeşini anlatır dururdu. Ben de anlatırdım; küçük ama huzur dolu yuvamızı.
                Gece eğlencelerine gidiyorduk ama alkol almıyorduk. Içtiğini ama çok rahatsız ettiğini söylemişti. O zaman neden buralara geliyorduk? Neden ben onunla oralara gidiyordum? Bir türlü anlayamıyordum. Beni ona çeken neydi? Hiç bilemedim.
                Sabahları okulda ya da yurtta da güzel süprizleri olmaya başlamıştı. Hani şu genç kızların hayalini süsleyebilecek pembe düş masalları gibi süprizler. Görüşmelerimiz daha çok sıklaşmış arkadaş olmaktan çok daha yakın görünüyorduk. Ama nedense görüşmelerimizi arkadaşlarımla paylaşmamı istemiyordu. Süprizlerle dolu bir sene geçmiş ikinci sınıfa başlamıştım. Bu sefer daha sık ziyaretlerime gelir olmuş süprizleri daha büyük olmaya başlamıştı. Bazı zaman balonlarla dolu bir tekne, bazı zaman pastayla restoranta giren bir dansöz ve en son boğaz köprüsünde bir yüzükle bu süpriz kendisini göstermişti.
                Bugünü kutlamak için gittiğimiz gece kulübünde bu sefer ikimizde alkol almıştık. O geceye dair hatırladığım tek şey mide bulantım olmasına rağmen o adamın ısrarla bana hala içki içiriyor olmasaydı.
                Sabah uyandığımda bir otel odasında gözlerimi açtım. Yanımda boylu boyunca uzanmış kaygısızca uyuyordu. Nasıl da bir anda bu duruma kadar gelmiştim. Nasıl böyle bir hata yapmıştım. Kendimi suçlayıp duruyor ağlayıp duruyordum. Uyanıp, ağladığım sıra banyoya yanıma gelip beni teselli ediyordu. Onunda alkolün tesiri altında olduğunu ama mutlaka benimle evleneceğini söyleyip duruyordu.
                Ne evlenmek ne de birine bağlı yaşamak istiyordum. Daha 19 yaşındaydım. Büyük bir hata yapmıştım. Hem de çok büyük bir hata yapmıştım. Ama kimseye bu durumu paylaşamazdım. Keşke! Ama keşke yakın hissettiğim bir öğretmenime yaşadıklarımı anlatsaydım. Ama ben korkularımı saklayarak hatalarımı saklayabileceğimi sanmıştım. Hatam saklansa da doğurduğu sonuçlar ne kadar saklanabilirdi. Ardından getireceği olaylar ben de ne kadar çok yaralar açacaktı. Bunların hiçbirini hesap etmeden yaşamıştım gençliğimi. Ve daha hayatımın baharında kara kışları yağdırmıştım ömrüme. Belki bir daha bahar gelmeyecekti bize. Hayat değil ben acımasız davranmıştım kendime.
                Hamile olduğumu çok erken öğrenmiştim. Ağlıyordum. Çünkü bu sefer bir cana kıymak ya da onunla hayata göğüs germek arasında seçim yapmak zorunda kalmıştım. Bazen hataların sonuçları ardı arkası kesilmiyordu. Bense daha çok hata yapıyordum. Attığım her adım verdiğim her karar beni yanlış yollara sürüklüyor daha kötü sonuçlara yelken açıyordu. Lanetlenmiş gibiydim. Bu ne zaman son bulacak diye beklediğim böyle olması için dua ettiğim o kadar çok zaman oldu ki? Yaptığım hataların sorumluluklarını yüklenmeyi de öğrenecektim en nihayetinde.
                İlk ona söylemiştim hamile olduğumu. Benden tahlil sonucumu istemişti. Çok şaşırmıştım. Bana güvenmiyor muydu? Kimse bulmasın diye yanımda taşıdığım hatta çantamın en dip köşesine sakladığım kan tahlili sonucumu çantamdan çıkarıp ona gösterdiğim de gözleri yuvalarından çıkacak gibi olmuştu. Seven adam sevdiği kadından bebek sahibi olacağını öğrense sevinmez miydi? En azından hayallerimde seven erkeğin sevinmesi gerektiğine inanırdım. Ama o sevinmemişti. Oturduğumuz masaya dayadığım kollarımı elleriyle sıkıca tuttu;
                “Aldırmalısın bu bebeği daha vakti var.” demişti. Kulaklarıma inanamıyordum.
                “Ne!” diyebildim.
                “Ben sana parasını veririm. Sen bir arkadaşınla özel bir doktorda halledebilirsin.” Belki daha fazla konuşuyor ama ben gerisini duyamıyordum. Söylediklerinden ötürü gözlerim dönmüş, başıma büyük bir yük yayılmış ve midem ayağa kalkmıştı aniden olduğum yere olanca kusmuştum. Hem ağlıyordum hem kusuyordum. Beni kolumdan tutmuş yardım için gelen garsona yüklü bir miktar para bırakıp dışarı çıkarmıştı. Beni tuttuğu gibi arabasına oturttu. Daha söyleyecek çok sözüm vardı. Diyecek, konuşulacak çok şey vardı. Ama fizyolojim buna bir türlü izin vermiyordu. Öğürmekten ve ağlamaktan başka birşey yapamıyordum. Arabayı nereye sürüyor onu bile görmüyordum.
                Arabasını hızla bir kenara çekmiş, arabadan inmiş ve çok geçmeden yine arabaya gelip şoför koltuğuna oturmuştu. Kucağıma küçük bir poşet bıraktı. Ne olduğunu anlamak için içine baktığımda içi para doluydu. O ise çoktan arabayı sürmeye başlamıştı. Hem konuşuyor hem de arabayı sürüyordu. Uzun bir süre arabayı sürdü.
                “Bak daha gençsin şimdi bu parayı kime versen hiçbir doktor seni geri çevirmez.” Zar zor sözlerinin arasına girebilmiş ve ağzımı tutarak konuşabilmiştim.
                “Sen neler söylüyorsun. Ben nasıl bir cana kıyarım. Benimle evlenebileceğini söylemiştin. Tamam ben anlıyorum o zaman ben de evlenmek istemiyordum. Bir anlık basit bir hata için tüm ömrümüzü bağlamak zorunda değildik. Ama şimdi çok farklı. Bir bebek var ortada.”
                “Evet yasaların ve tıbbın makul gördüğü seviyede ve bu bebeği hayata getirmek zorunda değiliz. Bak herşeye yeniden başlarsın. Daha ikinci sınıftasın derslerin var. Sen daha küçüksün anlamıyorsun. Bebek bakmanın ne olduğunu bilmiyorsun bile. Çocuk oyuncağı sanıyorsun. Bak şimdi şu hastaneye git ve herşeyi sıfırla. Tekrar sıfırdan başla anladın mı? Hiç olmamış gibi.”
                “Sen neler saçmalıyorsun? Hiç olmamış gibi hiç yaşanmamış gibi mi sayayım?”
                “Kızım hangi devirde yaşıyorsun sen bir kere yattık kalktık diye dünyamızı mı yıkacağız? Kim kaldı bu devirde ya böyle? Asıl sen saçmalıyorsun. Geri kafalının tekiymişsin de bunu ben görememişim. Bunu dışardaki kadınlara anlatsam seninle dalga geçerler.”
                Duyduklarıma inanamıyordum. Evet daha ikinci sınıftaydım ve hemşireliğin bana öğrettiği -her canın yaşamaya hakkı olduğuydu-. Hem de bunu belki defalarca söylemişlerdi, belki her ders belki her an beynimize işlenmişti. Belki bu yüzden hemşire bir cana kıyamazdı ve çok nadir de olsa böyle bir şey yapmışsa zaten o normal biri değildi. Aklı yerinde olan sağlıklı düşünen bir insan asla böyle bir şey yapmazdı. Ve belki de hayatımda aldığım en doğru kararı almıştım kızımı dünyaya getirmekle. Sonucu her ne kadar ağır gelmiş olsa da yaşadığımız onca sıkıntılara yoksulluklara rağmen biricik Lina’ m iyiki dünyama gelmişti.
                Zaten diğer türlü bir yaşantıyı da düşünemezdim. Yine hatalarımın sonucunu ona yükleyecek yaşama hakkını elinden alacaktım. Dahası bunun vicdanı ile bir ömür yaşayacaktım. Ölü gibi yaşamaktan ne farkım kalırdı ki?
                “Hayır bebeği aldırmayacağım. Senin demen gereken evlenelim olmalıydı. Bunun için gereken her yasal yola da başvuracağım. Ister geri kafalı de ister aptal de. Umrumda değil.”
                “Sakın böyle bir şey yapma anladın mı? Yaşatmam seni!” demişti ve gerçekten gözleri dönmüştü. Öylesine farklı bir adam haline bürünmüştü ki daha once tanıdığım adamdan yüzünde zerre kalmamıştı. Hatta söylediklerinde ciddi bile olabilirdi. Öyle ya tanımıyordum bile adamı. Sadece bana gösterdiği profili kadar biliyordum. Asla daha fazla tanımama izin vermemişti. Nasıl böylesine bir adama aşık olabilmiştim? Dahası o kadar çok seviyor görünüyordu ki? Beni ve kendi bebeğini gözden çıkarabilecek kadar neden bir insanın gözü dönerdi bir türlü anlayamıyordum. Onunla daha fazla zorlamamaya karar vermiştim. Içim bir cız etmişti. Bana ve bebeğime herşey yapabilirdi. En azından bunu görebiliyordum.
                Arabadan aşağıya indim. Arkamdan geldi. Israrla elindeki poşeti bana vermeye çalışıyor daha vaktimin olduğunu düşünmem için yeterli zamanım olduğunu söylüyordu. Bense inanılmaz bir duygu ile bebeğimi dünyaya getirmek istiyordum.
                Böyle günler geçmeye başladı. Birkaç kez daha okul çıkışlarına geliyor sürekli beni sorguluyordu. En sonunda bir çaresine baktım diyebilmiştim inanmasını umut ederek. Belki inanmıştı belki inanmamıştı ama o gün söylediklerimden dolayı rahatlamış ve bana bir şey açıklamaya geldiğini söylemişti;
                “Bak Zeynep, böylesi bir karar daha doğru oldu emin olabilirsin. Biz senle asla olamazdık. Evet gerçekten dünyalar kadar güzel bir kızsın. Hiçbir şekilde kusurun yok. Ömrümü versem böylesine bir kadını kaybetmeyi asla istemezdim. Hala başımı döndürüyorsun.”
                O kadar çok saçmalıyordu ki ondan daha çok nefret eder olmuştum. Bu cümlenin sonunda beraberliğimize devam edelim dese şaşırmazdım artık. Böylesine basit böylesine karaktersiz bir adamdı. Resmen benimle gönül eğlendirmek istiyordu. Işi bitince kenara atabilecek peşine düşmek için sebepleri olmayan bir ilişki istiyor gibiydi. Böylesine deli saçması bir teklifi kim yapabilirdi?” Aman Allahım bu kadar mı salaktım bu kadar mı aptaldım bu adamın evli olabileceğini nasıl düşünemezdim.
                “Bak bir an insan alıştıklarından vazgeçemiyor. Gerçekten seninle beraber olmayı istiyorum. Ama bilmen gereken bir şey var; ben evliyim ve bir çocuğum var. Eğer bunları kabul ederek benimle birlikteliğini sürdürürsen okulu maddi olarak daha rahat bitirmeni sağlarım hatta mezun olduğunda sana bir iş imkanı bile sağlarım.” Diyordu. Şok olmuştum. Ne düşüneceğimi hangi duruma üzüleceğimi bile bilemez olmuştum.
                Çeketimin cebinden karnımı sıkıca tutuyor bebeğimin geleceğinin nasıl olabileceğini tahmin etmeye çalışıyordum. Evli bir adamın metresi olarak senemi geçirmiştim. Bu kadar güzelliğe sahipken yama gibi kullanılmıştım ama bunları görmüyordum bile. Onu o gün son görüşüm oldu. Yanından gözlerimden yaş değil kan sızarak sessizce ayrıldım. Ne suratına bir tokat atabildim ne de tükürebilmiştim. Herşeyin en baştaki hatalısı bendim, aklını kullanmayan, tanımadığı adama güvenen, ardını arkasını soruşturmayan ve başı buyruk olan kimseye akıl danışmadan hareket eden bendim.
                Şimdiden sonra ben ve bebeğim vardık. Kesin kararlıydım ailemi bile kaybetmek uğruna hatamın bedelini kızıma ödetmeyecektim. Onu dünyaya getirecek kendi imkanlarımla onu büyütecektim. En azından özel bir hastaneye girer çalışır ona da bir bakıcı tutardım. Ömür dediğin ne ki çabuk geçerdi sonra büyürdü genç bir kız olurdu. Hayatı birlikte göğüslerdik. Ve yemin etmiştim bir daha asla hata yapmayacaktım.
                İlk başta gebeliğimi hiçkimseye söylememiştim. Ama ne kadar saklayabilirdim ki? Ilk başta kilo alıyorum sanmıştı arkadaşlarım sonra zamanla karnım şişmeye başladı. Havalar bahara dönüyordu ama üzerimden çeket bir türlü çıkmıyordu. Banyolara geceleri giriyordum. Eskiden odada rahatça giyinirken sabahları okul hazırlığı için artık banyo kabinine gitmeye başlamıştım. Ikinci sınıf böyle geçiyordu ve bitmek üzereydi. Ama bir öğretmenim vardı ki hiç de diğerleri gibi dikkatsiz değildi. Beni görüşmek için odasına çağırdı o da çok genç, güzel ve zarif bir bayandı. Daha henüz evli bile değildi. Belki bu yüzden nasıl aptallıklar yapabileceğimizi görebilecek kadar da kuşağımıza yakındı.
                “Geç otur Zeynep.” Oturmuştum. Nedense artık daha ezik bir duruşum vardı eskisine nazaran. Daha az konuşuyor daha geride duruyordum artık.
                “Zeynep… Sen hamile misin?” sesi bir anne gibi şefkat doluydu. Bana öylesine güzel seslenmişti ki gözlerimden pıtır pıtır yaşlar dökülüvermişti. Oysa çok güçlüydüm, kararlıydım yalnız da olsam bununla başedebilirdim. Ama yumuşak kalbe dokunan bir ses duyunca başımı yaslayacak tarafın ne kadar da boş olduğunu anlamıştım. Daha cevap verememiştim ama o cevabı bekleyemeyecek kadar sabırsız ama bir o kadar yumuşak konuşuyordu. Sanki karşısında kanadı kırılmış yavru bir serçe var da sesimle ürkütmeyeyim der gibi narin narin çıkıyordu sözcükler dudaklarından.
                “Zeynep ne yaptın sen? Ne olur herşeyi bana baştan anlat yardım etmek istiyorum sana. Sistemden baktım evlenmemişsin. Her öğrenci de olduğu gibi seni uzun zamandır izliyorum görüştüğün biri de yok belli. Bak söyle bana korkma istemediğin bir olayla mı karşılaştın? Seni tehdit mi ettiler?” Sessizce yaşlar gözlerimden dökülürken cevap veremeyeceğim için sadece başımı “hayır” şeklinde sallayabilmiştim. Oturduğu yerden ayağa kalktı ve bana doğru geliyordu. O sıra kapı çalıp içeriye bir öğrenci girmek için izin istemişti. Sanki beni görmesini engellercesine öğrencinin önüne geçmiş ve çok önemli bir görüşmesi olduğunu söyleyip öğrenciyi göndermişti. Ardından biraz baktıktan sonra bilmiyorum belki dışarıda başka onu rahatsız edebilecek biri var mı diye baktıktan sonra kapıyı kitlemişti.
                Yanıma geldi ve kendime sıkıca bağladığım ellerimi zorla benden ayırarak ellerinin arasına aldı;
                “Zeynep bu bebeğin babası kim? Inan bana şurada tanıdığım kim varsa toplanır ensesine çökeriz. Seni bu şekilde ortada bırakmamalı.”
                “Evliymiş hocam.” Diyebildim. Bu sefer hıçkırıklarıma engel olamıyordum.
                “Aman Allah’ ım alçak herif. Peki sen anlayamadın mı?”
                “Söylemedi. Benle gerçekten ciddi görüştüğünü sanıyordum.”
                “Ama sen akıllı bir kızsın evet herkesle görüşebilirsiniz ama bu seviyeye kadar nasıl geldi? Benim tanıdığım Zeynep buna izin verebilecek bir karakter değil.”
                Ona kulüpte alkol aldığımız geceyi anlattığım da öğretmenim ısrarla bunda onun bir parmağı olduğunu isterse bir insan on bardak alkol alsın bilinci tamamen gitmeyeceğini söylüyordu. Oysa ben zerre kadar birşey hatırlamıyordum.
                “Zeynep canım benim bu adam çok ağır bir suç işlemiş. Belli ki sana uyku ilacı içirmiş. Bu senin iradenle gelişen bir olay olmadığı gibi rızan olmadan işlenmiş bir suç. Polise gitmeliyiz.”
                “Gidemeyiz hocam ne olur yapmayın, bitirir beni, daha kim olduğunu bile bilmiyorum.” O kadar çok korkuyordum ki öğretmen öylece bana bakıyordu.
                “Eh yavrum madem sana evli olduğunu açıkladı, neden bu bebeği aldırmadın? Tek başına nasıl bakacaksın bu bebeğe? Sen daha öğrencisin.”
                “Bakacağım hocam, kendi hatalarım yüzünden onu canından edemezdim. O benim bebeğim. Birlikte üstesinden gelebiliriz.”
                Sonra günler birbirini kovaladı. Öğretmenimin vesilesiyle tüm sınıf biliyordu. Kimse üzerime gelmiyordu. Kimse kınamıyor dalga geçmiyordu. Bu konu üzerine okulda bir sessizlik hakimdi. Artık herkes benim bu göbekli halime alışmıştı. Hamileliğimi saklamaz zorunda olmadığım için daha bir huzurluydum. Okul kapanmak üzereydi. Tatilde birçok kişi gidecekti. Bense yaz stajımı hem İstanbul’ da yapacak hem de doğumumu bekleyecektim. Doğumum okul açıldıktan sonraki bir tarihi gösteriyordu. Hemen herkes gelmezdi. Belki doğumu yalnız başıma yapacaktım. Yanımda arkadaşım olmayabilirdi. Ama yapacak başka bir alternatifim yoktu.
                Okulların son günleriydi. Sıcaklar kendisini göstermiş herkeste bir bayram havası vardı. Sıcakların yoğunlaştığı bugünlerde denizin nemi de kendini gösteriyordu artık. Martılar daha çok ses çıkarıyordu. O günü asla unutamam. Bahar yağmurları çoktan bitmiş yerini güneşe bırakmıştı. Hava hiç oladığı kadar güzel gökyüzü hiç olmadığı kadar maviydi. Parklarda laleler açmış ağaçlar yaprak döker gibi çiçeklerini saçıyordu etrafa. Son sınavlarımız yeni bitmişti. Istanbul’ u gezmek için bundan daha güzel birgün olamazdı. Dersten çıkmış senenin acısını çıkarmak için yola koyulmuştuk. Tam kampüsten yeni çıkmıştık ki annem, babam ve biricik kardeşim oldukları yerde kalakalmış bana büyümüş gözlerle bakıyorlardı.
                Gözlerinden ne hissettikleri çok net görülebiliyordu. Sanki içlerini okuyordum. Inanmak istemiyorlar, beni başka birine benzettiklerini umuyorlardı. Babamın kucağında tuttuğu hediye paketi biranda yere düştü. Bense onları gördüğüm an olduğum yerde kalakalmıştım. Babamın yüzü acı çeker gibiydi. Annem korku dolu gözlerle bakıyordu. Kardeşim Murat ise acıyarak bakıyordu.
                Babam sol yanını yumruğunun içine alarak ardını dönüp gitmeye başladı. Annemse onun kolunu tutup bir şeyler söylüyordu. Hemen Murat’ a doğru yürüdüm. Babam Murat’ı sert bir sesle yanına çağırdı. Murat gözleri yaşla dolmuş bana son bir bakış göndererek ardını dönüp o da oradan uzaklaşmıştı. Nedense arkalarından gidememiştim. Hiçbir şey söyleyememiştim onlara. Ne diyecektim ki; baba dur ben evleneceğim, baba dur ben aldatıldım, baba dur ben çok aptalım. Ne desem de durumu değiştirir miydi? O zaten öğreneceğini öğrenmiş ve benle ilgi kararını verdiğini çok net bir şekilde göstermişti. Arkalarından öylece bakıyordum. Arkadaşlarım ise benim ardımdan bakıyordu. Çok sevdiğim Yasemin, benim arkalarından gitmeyeceğimi anladığı vakit; fırlayarak yanlarına koşmuş babamın önüne geçmişti. Ona hareretli hareretli başımdan geçenleri anlatıyordu. Belki de bana merhamet etmeleri için ona yalvarıyordu. Bu manzara benim canımı daha çok yakmıştı. Acınacak durumdaydım öyle mi?
                Ailemin yoluna devam ettiğini ve Yasemin’ in boynu bükük yıkılmış bedenini görünce “benim kızım yok artık.” Dediğini çok iyi anlamıştım. Artık yapayalnız kalmıştım. Bu yolda tek başımaydım. Ama umutlarım hala büyük hala güçlüydüm.
                3. sınıfa yeni başlamıştık ve ilk iki hafta yoklamalar çok düzenli alınmadığı için birçok kişi gelmezdi. Birkaç arkadaşım gelmeme hakları olmasına rağmen yine de doğumda yalnız kalmamam için erkenden çıkıp gelmişlerdi. Beklenen gün gelmiş ve bir sabah sancılarım başlamıştı. Beni en yakın kadın doğum hastanesine götürmüşlerdi. Hayatımda hiçbir şey yolunda gitmediği için çok sıkıntılı bir doğum beklerken hiç beklemediğim bir anda doğumum çok kolay geçmiş bana teselli olmuştu. Kızım kucağıma verildiği an herşeyin yoluna gireceğine dair bir umut ışığı doğmuştu sanki yüzüme.
                Hayat artık daha çetrefilli geçmeye başlamıştı. Geceleri huzursuz olan bir bebek, yurtta onu uyutmak için çabalayan oda arkadaşlarım, nöbetçi olan memurun sürekli bizi uyarması, sabahları yer yer arkadaşlarımın dersi asıp Lina’ ya bakması, benim dersleri sürekli ekmem… Ama bir türlü sene geçmiyordu.
Lina’ nın düzenli bir bakıcısı olmaması ve konakladığım yerin yurt olması gerçekten beni zorluyordu. Bazı zamanlar yurtta yaşayan diğer arkadaşlar Lina’ yı şikayet ediyordu. Sürekli uyuyamadıklarını ve bebeğin yurtta olmasının yasak olduğunu eğer yurttan çıkmazsam gerekirse başka kanallara şikayet edecekleri konusunda memurları tehdit ediyorlardı. Memurlarımız zor durumda kalıyordu.
Once arkadaşlarımla bir ev baktık. Ama eve çıkmam kızımla beni daha çok çıkmaza sürükleyecekti. Yurtta kendimi çok daha güvende hissediyordum. Yurdumuz sadece hemşire bölümüne ait, küçük bahçesi olan, kampüse yürüme mesafi kadar yakın olan bir yerdi. Buradan çıkmamalıydım. Bu fikrimi arkadaşlarıma paylaşınca bana destek olan öğretmenime gitmişlerdi. Her ne olduysa ondan sonrasında şikayetçi olan arkadaşlar şikayetçi olmadıklarını bildirmişti. Zaten gece yarısı uyumayan gürültü yapan çok olurdu. Hatta Yasemin bir keresinde koridorda bağırmıştı “Gece yarılarına kadar avazınız çıktığı kadar bağırıp koşuşturursunuz şuncağız masum bebeğin miyaklası mı battı size”. Canım arkadaşlarım bebeğimin üzerinde herbirinin o kadar çok hakkı geçmişti ki. Memurlar rahatlayınca sabahları Lina’ yı elimizden almışlardı. Artık biz okuldayken kantin, temizlik ve tüm yurt görevlileri kendileri arasında iş paylaşımı yaparak kızıma bakıyorlardı.
Geceleri ise arkadaşlarımla birlikte biz bakıyorduk. O kadar huzur içinde dolmuştum ki? Ailemden çok arkadaşlarım ve bunca el diye adlandırılmış ama kan bağından öte olan bu insanlar bize sahip çıkmıştı. Ben huzura ermiş olsam da Lina’ nın gece huzursuzluğu bir türlü bitmiyordu. Çok sık ateşleniyor çok sık hasta oluyordu. Arkadaşlarıma karşı çok mahcup oluyordum. Ertesi günler ders olduğu kadar sınav dönemleri de oluyor yeri geliyor staj günümüz oluyor ve her defasında arkadaşlarım enkazdan çıkmış gibi güne başlıyorlardı. Onlara karşı çok mahcup oluyordum. Onlarsa bana sürekli takılıyor; gerçek hemşireliğe hazırlandıklarını zaten hayatları boyunca gece ayakta olacaklarını söylerek beni teselli etmeye çalışıyorlardı.
Yurtta sığıntı gibi yaşamadığımıza artık çok seviniyordum. Bana destek çıkan bu insanların arasında yüküm biraz daha hafiflemişti. Herşey tam yoluna giriyor derken bankaya gittiğim bir gün yine hayal kırıklığı ile karşılaşmıştım. Babam bana para göndermeyi bırakmıştı. Elimde sadece bir bursum kalmıştı.
Bu miktar bana yetmiyordu. Yer yer arkadaşlarım kendilerinden kısıp bez mama alıyorlardı. Çalışmaya başlayabilirim diye düşünmüştüm. Bunun peşine düşünce yine öğretmenim yetişmişti bana ve evinin gündelik işlerini yapmak için birini aradığını ama herkese güvenemediğini söylemişti. Okuldan çıkınca kızımla birlikte onun evinde işe başlamıştım. Haftanın üç günü okuldan üçte çıkıyordum. Diğer günler stajımız vardı. Haftanın o üç günü öğretmenim eve gelene kadar hızla çalışıyor tüm işlerini yetiştirmeye çalışıyordum. Hatta akşam yemeğini bile yetiştirebiliyordum. Hoş bazen Lina kucağımda bile oluyordu yemek hazırlarken ama büyük keyif alıyordum. Temizlik işlerini yaparken ona televizyonu açıyordum. Çizgi film onu biraz olsun oyalıyordu. Mükemmel bir anne olmadığım doğru ve kızımı hiç de profesyonel yetiştirmiyordum. Ama yine de kızımla birlikte mutluydum. Iyi ki anne olmuştum. Lina’ yı çok seviyordum.
Öğretmenim eve geldiğinde asla beni yemek yemeden göndermezdi. Birlikte bazen sohbet ederdik. Anlaştığımız paranın çok daha fazlasını veriyordu bana. Aslında bu iş olayının bana hayır yapabilmek için bir yol olduğunu anlayabiliyordum. Ama ben de aldığım paranın hakkını vermeye çalışıyordum. Herşeye rağmen bana yardım eden herkese karşı mahcuptum.
Bu şekilde okulu bitirmiştim en nihayetinde. Bundan sonraki mesele nereye gideceğimdi. Kendi memleketime geri dönemezdim. Ara ara görüştüğüm çocukluk arkadaşımdan haberlerini almıştım. Murat’ ın eğitimi için annemle babam Amerika’ ya gitmişlerdi. Benim yüzümden onların da düzeni bozulmuştu. Tek bildiğim şehir İstanbul’ da kalmaya karar verdim.
Bir devlet hastanesine atanana kadar kısa süreliğine bir özel hastaneye işe başlamıştım. Kendimce küçük bir daireye kiraya girmiş aynı apartmanda oturan komşu bir teyzeyle Lina’ ya bakması için anlaşmıştık. Çok kısa bir süre sonra aynı mevkilerde bir devlet hastanesine hemşire olarak atanmıştım. Bir süre daha aynı evde ve aynı bakıcı teyzemizle devam ettik.
Daha sonrasında hayatıma en yakın dostum olacak Hayat girmişti. Kendi oturdukları apartamanın karşı dairesi boşalmıştı. Hayat annesi ile birlikte yaşıyordu. ikimiz aynı hastanede farklı servislerde çalışıyorduk. Durumumu tek bilen Hayattı. Onların karşısına taşınmamı çok istiyordu. Ben de öyle yaptım ve kızıma Hayat’ ın annesi Fatma Abla bakmaya başlamıştı.
Hayat adı gibi deli dolu bir kızdı. Sürekli tarzını değiştirirdi. En son koyu kumral saçlarına mor omre attırmaya karar vermişti. Kulağına sürekli zincirli küpeler takardı. Sağ kaşında da küçücük bir piercing vardı. Annesi izin verse heryerini deldirecekti ama annesi sadece kaşına izin vermişti. Doğrusunu da yapmıştı. Artık hayata Fatma Ablanın gözlerinden bakıyordum. Hayatta bana bu sebepten çok takılıyordu “sen artık nine olmuşsun” diye.
Fatma Abla ise tam bir ton ton ablaydı. Kalbinin nuru yüzüne yansımıştı. Hayat’ ın güzelliği annesinden gelmişti belli oluyordu. Babaları emekliydi. Kendi memleketlerinde yaşıyordu. Zaman zaman Hayat’ ın ablasının çocukları ile ilgileniyordu. Istanbul’ u sevmediği için buralara çok gelmiyordu. Bana gerçek bir kızları gibi sahip çıkmışlardı. Fatma Abla gece gündüz bebeğimle daha rahat ilgilenebiliyordu. Hatta nöbetten çıktığımda zorla benim dinlenmemi bile sağlıyordu. Lina’ ya gerçek bir torunu gibi sahip çıkıyordu.
Lina’ nın normal bir rahatsızlığı olmadığını da Fatma Abla anlamıştı. Kendim de artık hastanede yer ettiğim için Lina’ nın durumunu doktorlara daha rahat danışabiliyordum. Ayrıntılı tahlil yapılmış ve en son bu araştırma hastanesine sevk edilmişti. Kızıma Kağan Bey lösemi tanısı koyduğunda Lİna’ m üç yaşındaydı. Yıkılmıştım.
Doktor bana Lina’ nın kanser olduğunu söylediğinde çok cetin kışlarla dolu olan bu hayatımızı tekrar gözlerimin önünden geçirmiştim. Benim için çok zor olmuştu. Tam hayatımız düzene girdi derken onu kaybedebileceğimi düşünmek beni yerle bir etmişti. Oysa artık yavaş yavaş onu kreşe başlatacaktım. Oyun arkadaşları olacak ve sonra okula başlayacaktı. Derslerinde çok başarı olacaktı. O benden çok daha akıllı olacak ve benim yaptığım hataları yapmayacaktı. Çünkü ben onunla arkadaş olacaktım ve her yaptığım hatamı ona anlatacak hayata karşı uyanık olmasını sağlayacaktım. Her merak ettiği yaşamı birlikte deneyecek ve görecektik. Beraber isterse dövme yaptıracaktık, isterse ilk alkolümüzü birlikte alacaktık. Asla merak ettiği hayatı yaşamak için kötü niyetli arkadaşları araç olmayacaktı benim kızım için. Büyüyecek üniversiteyi en iyi puan ile kazanacak ve mezuniyetini yapabileceğimiz en büyük çılgınlıklarla kutlayacaktık.
Şimdi ise yapabileceğimiz en büyük çılgınlık saçlarımızı birlikte kazımak olmuştu. Banyoda birlikte gülüşerek aynada kendimize bakarken onun hasta olduğunu ona daha henüz söyleyememiştim. Masmavi gözleriyle bana umut dolu bakıyordu.
O gün saçlarımızın şerefine Lina’ ı bir alışveriş merkezindeki oyun alanına götürmüştüm. O günü hiç unutmuyorum. Içimde cehennemi yaşadığım o anda Lina, mavi gözlerimizi daha belirgin yapmak için saçlarımızı kazıttığımızı sandığından dalgalarda yüzdüğünü söyleyip duruyordu. Birisi gelip de “sen hasta mısın” şeklinde bir soru yöneltir diye ödüm kopuyordu. En dara düştüğüm anlar kader bana küçük teselliler gönderiyordu. Sanki yaşama arzumu kaybetmememi istermiş gibi.
Bir anda önümüze atılan ince sakallı bir ressam;
“Muhteşem!” “Muhteşem, küçük kız annen ile muhteşem gözleriniz var. ikiniz harikalar sergiliyorsunuz.” Bana bakıp “İzin verirseniz yağlı çalışmamla resminizi yapmak isterim.” Demişti.
Gülümsedim ve Lina’ a dönerek;
“Gördün mü bak anneciğim ressam abi gözlerimize bayılmış. Hadi gel bizim resmimizi çizsin.” Dedim. Ne kadar bir fiyat biçeceğini bilmiyordum. Içten içe çok pahalı bir fiyat istemesinden korkarak bize hazırladığı tabureye once kızımı oturtmuş ardından da kendim oturmuştum.
Orta yaşlarda olmasına rağmen sakallarına yer yer ak düşmüş olan bu ressam, gözlerini kısmış bize bakıyordu. “Yok. Böyle olmadı.” Dedi ve yanımıza gelerek Lina’ nın taburesini çok az yükseltip benim sağ tarafıma yanaştırdı. Hakim yaka çeketimin yüzümü kapladığını düşünüyordum. Benim siyah spor hakim yaka bir çeketim vardı ve yeni dışarıdan geldiğimiz için sonuna kadar fermuarı çekili duruyordu. Düğmeleme için ayrıca yapılan diğer yakası hafif öne düşüyordu. Kızımın ise koyu lacivert kabanı vardı. Onun da yakası tamamen boynunu kapatıyordu. Aslında kızıma bu kabanı almamın sebebi üzerine aksesuar olsun diye serpiştirilmiş beyaz çiçekleriydi. Ve koyu lacivert rengi bu kabanı giydiğinde gözleri o kadar güzel durmuştu ki. Açık kumral saçları omzuna döküldüğünde çiçek bahçesi gibi oluvermişti kızım. Şimdi saçları yoktu. Ama yine de üzerinde güzel duruyordu.   
“Çeketimi çıkarayım isterseniz.” Demiştim.
“Yo yo ikinizinde çeketi ayrı bir hava katıyor.” Diyerek benim sağ kolumu kaldırıp Lina’ nın sağ omzundan elimle tutmamı sağlamıştı. Lina’ nın dik durmasını istemişti benim de dik durmamı ama hafif başımı sağa kırmıştı. Sevinçle “İşte bu!” Dedi.
Uzun bir süre o şekilde bekliyorduk. Etraftan geçen insanların çoğu durmuş ressamın çizimini izliyordu. Herhalde yanımızdan geçipte durmayan yoktur. Herkesin şaşırarak baktığı, gülüştüğü şey bizdik ama neyimize şaşırıyorlar doğrusu tahmin edemiyordum. Lina beklediğimden çok daha iyi sabretmişti. O da sakince istifini bozmadan bekliyordu. Ressam ise sanki bir jet gibi ellerini çalıştırıyor sanki etrafındaki insanlara küçük bir gösteri sunuyordu. En nihayetinde bitmiş ve eliyle bizi yanına çağırmıştı. Etrafında doluşan insanlar bize yer açmak için geriye çıkmışlardı. Kızımla ikimiz de heyecanla tablonun başına gittik. Gerçekten harika bir çizimdi. Ancak bu kadar kusursuz yapılabilirdi.
Ressam etrafındakilere seslendi:
“Hanımefendi küçüklüğünü elinde tutuyor sanki öyle değil mi millet!” dedi. Herkes alkışlarla ressamın dediğini tasdiklemişti. Gözlerim dolmuş tüm yaşantım, tüm duygularım bir tabloya sığdırılmış ve bir cümlede anlatılıvermişti. Gözyaşlarımın düşmesine hakim olamıyordum. O kadar insanın arasında ağlamayı asla istememiştim ama bu halime engel olamıyordum. Iki elimle gözlerimdeki yaşı silmiş ve gülümseyerek ressamı alkışlamıştım. Bu sefer herkes benle birlikte alkışlamış ve ardından dağılmıştı. Lina ressamın yardımcısının yanına gitmiş ona masadaki resimlerle ilgili bir şey soruyordu. Ressam bu boşluğu fırsat bilerek;
“Kızınız hasta öyle değil mi?” dedi. Kızımı izlerken umutsuz bir yüz ifadesi ile başımı sallamıştım. Çizdiği tabloda elini gezdirerek;
“Çok güzel bir kızınız var. Allah size bağışlasın. Ikinizin de sahip olduğu yüz yan yana durduğunda yaşamı çok güzel anlatıyor.” Demişti. Ressam eliyle beni göstermiş sonra parmaklarını süründürerek Lina’ nın yüzünde tutmuştu. “Sana bakıyorsun sonra kızına bakıyorsun ve geçmiş zaman akla geliyor. Çocukluk yılları.” Sonra Lina’ nın yüzünden elini benim yüzüme götürmüştü:
“Kızına bakıyorsun ve sonra sana bakıyorsun. Bu kızın gelecekte nasıl bir kadın olacağını görüyorsun. Bu resimde hayat var hanımefendi ben ölüm göremiyorum.” Gözyaşlarım umman olmuş sel sel akıyordu. Boğuk bir sesle:
“Verdiğiniz umut için çok teşekkür ederim beyefendi. Acı haberimizi öğreneli daha çok yeni oldu. Dilerim sizin dediğiniz gibi olur ve Rabbim kızımı bana bağışlar” demiştim. Ressam tabloyu bana yani Lina’ ya hediye etmişti. Hatıra olsun ve önemlisi de umut ışığımız olsun demişti. Ona her baktıkça mücadele etmekten vazgeçmeyin demişti. Şimdi o tablo salonumuzun en baş köşesinde duvarda asılı duruyor.
Bu umutla iki senedir yaşıyorum. Şimdi Lina beş yaşında tedavisi devam ediyor. Bizi kim bilir daha neler bekliyor? Bugün Kağan Bey beni çağırmışsa pek de hayırlı bir haber için çağırmadı biliyorum ama umudumu kaybetmedim. Çünkü benim umudum bir bebek olarak dünyaya geldi ve kucağıma verildi. Artık O, nefes aldığı müddetçe benim umutlarım yaşıyor olacak.
Ve bir anda kapı açılmıştı…        
                        
                       

1.       BÖLÜM
( ATEŞİ SÖNMEYEN GEÇMİŞ)


                Doktor bey içeri girdiğinde yorgun olduğu yüzünden okunuyordu. Arkasından seslenen sekreterine tekrar dönmüş ve kendisine bir kahve söylemişti. Beli tutulduğu her halinden belli oluyordu. Eliyle belini tutmuş sekerek yürüyordu. Benim odada olduğumu biliyor ama benle göz teması kurmuyordu. Bense yüzünden neler söyleyeceğini okumaya çalışıyordum.
                “Hoşgeldin Zeynep. Seni çok beklettim mi?” diyerek masasına oturdu. Normalde her karşılaşmamızda samimi bir şekilde elimi sıkardı. Bu sefer neden sıkmamıştı? Her hareketine dikkat ediyordum. Sanki benden kaçıyor gibiydi? Acaba tedavi işe yaramamış mıydı? Yoksa hastalığı ilerlemiş miydi? Aklımdaki deli sorular, düşünmeme engel olamıyordum. O ise sanki lafı dolandırıp duruyordu.
                “Arkadaşın çok ağır bir ameliyatı vardı. Çok zor geçti.” Diyerek oturduğu yerde geriniyordu. Evet ameliyatlarının çok ağır geçtiğini biliyordum. Bu kadar yorulmasına rağmen randevuyu iptal etmemişse konuşacağı çok ciddi şeyler vardı anlaşılan.
                Kapı açılmış ve yine aynı kafe çalışanı sade bir türk kahvesi ile birlikte odaya girmişti. Odanın her yanını taze çekilmiş acı kahve kokusu sarmıştı. Adam once benim önüme kahve fincanını bırakmış ardından doktor beyin masasına bırakıp çıkmıştı. Gün içinde içeceğim ikinci kahve olacaktı bu kahve. Fincan ve tabağı beyazdı. Aynı odanın sadeliği gibiydi. Ama fincan takımının oldukça kalite olduğu fincanın ince olmasından belli oluyordu. Içerken kıracağım endişesi yaşamadan edemiyordum.
                Doktor Bey kahvesinden bir yudum alıp;
                “Nasılsın Zeynep.”
                “Teşekkür ederim Kağan Bey siz nasılsınız?”
                “Gördüğün gibi oldukça yoğunum. Vallahi inanır mısın üç gündür eve gitmiyorum.” Kahvesinden bir yudum daha almıştı. Ben de onu izliyordum. Sonra o da bana baktı. Anlaşılan konuya nasıl gireceğini bilemiyordu.
                “Gelirken Lina’ I ziyaret ettim. Keyfi yerindeydi.
                “Evet daha iyi artık. Böyle bir yaşantıya yavaş yavaş alıştı. Psikoloğumuzun desteği çok büyük.”
                “Evet muhteşem biri. Iyi ki bizle çalışmaya devam ediyor. Başka bir araştırma hastahanesinden teklif almıştı.”
                “Öyle mi? Burayı bırakmamasına çok sevindim. Lina onu çok seviyor.”
                “Evet. Tatlı Lina.” Gülümseyerek masaya dalmış gitmişti.
                “Kağan Bey beni görmek istemiştiniz bunun için buraya geldim.” Dalmış gözleri hala masaya bakmaya devam ediyordu.
                “Ha evet evet. Biliyorum.” Dedi ve bir anda uykudan uyanmış gibi kendisini arkaya yasladı. Derin bir nefes aldı. Ardından dirseğini masaya dayayıp eliyle alnını ovuşturdu.
                “Aaa! Zeynep biliyorsun bir süredir Lina’ a tedavi uyguluyoruz. Geldiğinde teşhisini çok da erken vakitte koyamamıştık biliyorsun. Geç kalınmış değildi ama eğer alien ya da kurulu bir evlilik düzenin olsaydı Lina’ a direk doku arayışına girecektik. Muhtemelen yüzde yüze yakın bir iyileşme sonucu ile de karşılaşacaktık. Ama ne yazıkki senin özel durumundan ötürü teddavi şansımızı denemek istedik.”
                “Evet teşekkür ederim.”
                “Malum biliyorsun biz hastalarımızın tüm tedavi süreçlerini düzenli aralıklarla kurulda masaya yatırırız. Hastalığın sürecini bilgisayar ortamında grafiklere dökeriz. Bu verilerle sonucu bize neredeyse kesin olarak tahmin edebilecek bir uygulama oluşturduk. Bugüne kadar da bu uygulama bizleri yanıltmadı. Iki gün once toplantı konumuz Linaydı. Tüm verilerini grafiklere döktük ve tüm hesaplamalarımızı yaptık. Evet tedavi geçmişi tamamen işe yaramamış diyemeyiz ama çok da bir fayda sağlamamış. Biz de iki senenin denemek için yeterli olduğuna kanaat getirdik. Bu tedavinin Lina’ I iyileştirme yönelik bir faydası görünmüyor hatta daha fazla beklersek hastalığın seyri kötüye gidebilir.”
                “Peki ne yapabiliriz?”
                “Zeynep, Lina’ a en kısa zamanda doku naklini gerçekleştirmeliyiz.” Kalbim sıkışacak gibi olmuştu.
                “Peki dokuyu bulduk diyelim ve nakli gerçekleştirdik. Lina kesinlikle iyileşecek mi?”
                “Bunun hakkında yorum yapmak için çok erken. Zeynep seni anlıyorum. Çok zor bir süreçten geçiyorsunuz. Hastalığı kabul etmek ve ardından ekiple birlikte uyumlu bir şekilde işleyişe eşlik etmek aileler için oldukça zor ama ne olur duygularını bir kenara bırakmaya çalış. Sonucu düşünme. Şuan için atmamız gereken adım kan bağlarına sahip olan tüm herkesin kan örneği vermesini sağlamak. Çünkü işe once akrabalardan başlıyoruz. Akrabalarda uymadığı anda genel arama başlatıyoruz.”
                “Peki ne kadar zamanımız kaldı. Lina hangi süreçte?”
                “Yo yo sakin ol sıkıntı yok. Zaten amacımız da bu. Yol yakınken önlemimizi alabilmek.” Derin bir oh çekmiştim. Ne yapacağımı kime gideceğimi bilmiyordum.
                “Peki Kağan Bey benim durumum ortada ya ailemi örnek vermek için ikna edemezsem.”
                “O zaman genel taramalara bakacağız. Lakin öyle ha deyince bulunmuyor. Ne yazıkki ülkemizdeki insanlar bu konuda çok bilinçsiz bugün herkes örnek vermiş olsaydı, eminim bu hastalık sorun bile olmayacaktı. O yüzden dokuyu bulması zor oluyor. Şartlarını zorlamaya bak Zeynep. Aileni bul. Babasını bul. Ve konuş.”
                Son sözler kulağımda çınlamaya devam ediyordu. Doktor beyle vedalaşıp hastaneden Lina ile birlikte kan örneği verdikten sonra ayrılmıştım. Taksiye binmiş eve doğru gidiyorduk. Lina oldukça halsizdi. Muhtemelen ilaç ona dokunmuştu. Çantamda her ihtimali göze alarak herşeyi bulunduruyordum. Midesini bassırması için eline çubuk kraker tutuşturmuştum.
                Eve geldiğimizde Fatma Abla hemen kapıya çıkmış bizi yemeğe davet etmişti. Lina’ nın çok da yiyecek hali yoktu ama onu rahatlatacak çayları Fatma Abla çoktan hazırlamıştı. Lina için sade pirinç aşı yapmıştı. Hayat’ ın odasını Lina için hazırlamış onu hemen oraya yatırmıştı. Yatağında ona özenle çorbasını içiriyordu.
                Hayatla biz masaya oturmuştuk. Oturduğumuz daireler üç odalıydı. Salon ile mutfak birdi. Hayat’ ın Salonu mor ve beyaz dekorluydu. Benim evim hiç de bu kadar cıvıl cıvıl değildi. Salona iki fıstık yeşili basit çekyat atmıştım. Ortada koyu kahve bir halım vardı. Odaya renk gelsin diye Hayat, dört adet mor kırlent almıştı. Koltuklarımda onlar duruyordu. Aslında kahverengi olan masa sandalyelerime de yine fıstık yeşili sandalye örtüsü almıştı. Ama Lina’ nın odasına çok özenmiştim. Duvarlarını toz pembeye boyamış ona beyaz başlıklı şık bir prenses yatağı almıştım. Dolabı da beyazdı. Halısı pembe renkteydi. Küçük bir oyun köşesi de yapmıştım ayrıca.
                Yemeğimizi yedikten sonra Fatma Abla Hayatla beni resmen evden kovmuştu. Ne muhabbet edeceksek Lina’ dan uzakta etmeliydik. Tatlılıkla bizi kovuyordu ama altında ince detaylar yatıyordu. O yüzden Fatma ablayı çok seviyordum ve yanaklarından öperek Hayatla bizim eve geçtik.
                Uzun uzun Hayat’ a doktorun dediklerini anlattım. Hayatta üzülmüştü. Durumumu biliyordu. Hadi aileme ulaştım diyelim. Lina’ nın babası olacak o şerefsize nasıl ulaşacaktım?
                “Bilmiyorum Hayat. Acaba once bizimkilerle şansımı denesem? Eğer doku uyuşmazsa bu adama gitsem.”
                “İyi de Zeynepcim doktor acelesi yok demiş ama ikimiz de durumun farkındayız. Elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar iyi olacak. Tamam anlıyorum ailesinin düzenini bozmak istemiyorsun ama kusura bakmasın o da bunları göze alarak yaşasaydı. Çocuk sahibi olurken iyiydi.”
                “Aslına bakarsan Hayat onun gibi vicdansız herifin doku örneği vermeyeceğine de adım gibi eminim.” Gözlerimi yere dikmiş parmaklarımı kemiriyordum. O adamda zerre vicdan yoktu. Belki kızın ölecek desem üzerinden bir yük kalkmış gibi olurdu.
                “Zeynep denemek zorundayız. Var mı başka care? Mecbur bu adamın peşine düşeceksin. Gerekirse çık karısının karşısına ; Senin kocan bir şerefsiz! Benim genç kızlık hayallerimi yıktı!” hemen ağzını kapatmaya davrandım.
                “Tamam kız sus sus sakin ol.” Dertli dertli düşünüyordum. Lina’ a hiçbir şeyi yansıtmadan bu durumu nasıl halledebilirdim? Yorgun bedeniyle hayata tutunmaya çalışırken, terkedilmiş olduğumuzu öğrense nasıl da yıkılırdı?
Fatma Abla ve Hayat sayesinde kocaman bir ailemiz var sanıyordu. Böyle kabul etmiş ve mutlu olmuştu. Bazı zamanlar “anne, babam nerde?” der ben çok uzaklarda yaşadığını söylerdim. “neden bizim yanımıza gelmiyor?” diye sorardı bu sefer. Ona küçük bir yalan uydurmuştum. Masal gibi anlatıyordum. Öğrenciyken yurtdışına gittiğimi ve yabancı bir adama aşık olduğumu ama onun bizim ülkemize gelemeyeceğini, birgün büyüdüğümüzde onun yanına bizim gidebileceğimizi söylerdim. O da şimdilik büyümeyi bekliyordu. Biliyorum; asla kızıma mükemmel bir anne olamadım. Ama o zaman için aklıma daha mantıklı bir yalan gelmemişti.
Büyüdüğünde elbette açıklayacaktım durumu. Lakin minicik olan bu meleğe nasıl söylenirdi? Hem de istenilmeyen bir çocuk olduğunu duysa hele de babasının gerçek bir yuvası olduğunu ve o sıcak bir yuvada başka bir evladı olduğunu duysa minicik canı nasıl da acırdı. Oysa en mutlu hayatı Lina hakediyordu. Kalbi çok temiz merhamet sahibi bir çocuktu. Bu karanlık dünyada tertemiz parlayan bir yıldız gibiydi.
“Zeynep!” bir an sıçradım. Hayat’ a baktım. Ikimiz de aynı koltukta birbirimize bakıyorduk. Elinde benim telefonumu tutuyor ve bana doğru uzatıyordu.
“Hadi once kendi ailene ulaş. Bir yerden başlamalıyız.” Içim ürpermişti. Anlamsız bir korku sarmıştı kalbimi. Telefona bakıyor ve aklımdan babamı geçiriyordum. O günden sonra bir daha hiçkimseyle görüşmemiştim. Memlekette amcam vardı. Onlardan numaralarını isteyebilirdim. Amcamlardan olsun babamdan olsun işiteceğim sözleri kaldırabilir miydi kalbim?
“Zeynep, sen onların kızısın. Lina’ nın hasta olduğunu öğrendiklerinde seni ortada bırakacaklarını sanmıyorum. Hem üzerinden yıllar geçmiş. Onların da öfkesi biraz yatışmıştır.”
Elinden aldım telefonu ve amcamı aradım. Uzun bir süre çaldıktan sonra amcam telefonu açmıştı. Arkasında ki seslerden evin kalabalık olduğu anlaşılabiliyordu. Inşallah ters bir zamanda aramamışımdır.
“Alo.”
“Alo amca merhaba, ben Zeynep.” Bir an için durmuş ve hiçbir şey söyleyememişti. Şaşkın bir şekilde “Zeynep” diyebildi.
“Nasılsın amca?”
“Sağol yavrum iyiyim iyiyiz çok şükür sen nasılsın? Uzun zaman oldu sesini duymadığım. Şaşırdım doğrusu.”
“Evet arayamadım. Hayat koşuşturmacası diyelim. Yengem nasıl kuzenler nasıl?”
“Hepsi iyiler çok şükür. Babanla aranızın bozulduğunu duyduk evladım. Bizi de arayıp sormayınca herhalde bize de küstün sandık.”
“Olur mu hiç amcacım. Arayamadım kusura bakmayın. Amca ben senden bir şey rica edecektim.”
“Buyur evladım ne demek.”
“Babamların Amerika’ da ki numarası bana lazım. Onunla görüşmem gerekiyor.” Bir an sesi heyecanlandı.
“Tabi tabi vereyim. Bak burada da kim var? Murat geldi. Bir kaç gündür bizdeydi. Yarın yolcu edeceğiz. O yüzden hepimiz bizde toplandık.”
“Murat mı?” diyebilmiştim. Şaşkınlık, korku ve özlem, duygularım birbirine karışmıştı. Kokusunu nasıl da özlemiştim. Canım kardeşim. Kokusunu içime çektiğim ilk bebek, ilk oyun arkadaşım. Yatağımı paylaştığım ilk dans eşim. Aynı yuvanın dertlerini göğüsleyen iki yürek iki candık biz. Hayatıma yaşamımın ilk anlarında girdiği için her deneyimime her hissettiğim duyguya o da ortaktı. Onsuz geçirdiğim bir anım bile yoktu. Dalmayı birlikte öğrenmiştik. Birlikte balık yakalardık. Aynı arkadaş grubunda bulunurduk. Aynı lisede okumuş aynı öğretmenlerin öğrencileri olmuştuk. Aramızda yalnızca iki yaş vardı. Ağladığımı başımı omzuna yasladığım en yakın dert ortağım Murattı.
Belki de onsuz olmak bu yüzden çok ağır gelmişti bana. Onun elimden tutmasına o kadar çok ihtiyacım vardı ki? Kendimi zorla onsuzluğa alıştırmış olsam da hep derinlerde onun yokluğu ince ince sızı gibi yayılırdı.
Amcam, ev telefonu kullanma alışkanlığından olsa gerek, elindeki bir cep telefonu olsa da oturduğu yerden içeriye seslenmeye kendisini Murat’ a duyurmaya çalışıyordu.
“Murat! Murat! Gel bak gel. Kim var telefonda? Ablan var ablan.” Amcam heyecanlıydı. Beni severdi. Belki babamla aramızın bozulmasına en çok üzülen kişi oydu. Bu kadar sevindiğine gore babam benim yaptığım büyük hataları anlatmamıştı.
“Al bak al konuş hadi.” Demesinden telefonu Murat’ ın aldığını hayal edebiliyordum. Heyecandan yüzüme ateş fışkırıyordu. Onun sesini duymaya ramak kalmıştı. Kalbim yerinden çıkacak gibi heyecanla çarpıyor. Anlımdan yanaklarıma doğru terler akıyordu. Gözlerim Hayat’ın gözlerinde kitlenmişti. Hayat ise bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Herşeyin yolunda gitmesi için içinden dua ettiğini anlayabiliyordum.
“Alo.” Dedi soğuk ve donuk bir ses. Öylesine donuk bir sesti ki; sesin ait olduğu bedenden bir damla kan akmadığına yemin edebilirdim. Alev alev yanan bedenim bir anda buz kesmişti. Terler içinde kalmış yüzüme, buzdan bir havanın rüzgarı esmişcesine içime üşüme girmişti. Karlar ülkesinde hala yağmakta olan karın üstünde çıplak ayaklarla yürüyordum sanki. Havada uçuşan minik kar tanecikleri yanaklarıma değip eriyor sonra damlalar gibi yanağımdan aşağıya süzülüyordu. Gökyüzü, koyu mavi; gün, kendisini akşama bırakmak üzereydi. Umutlar, bitmek üzereydi.
“Merhaba Murat, nasılsın?”
“Teşekkür ederim, Zeynep, sen nasılsın?” Murat, ben kendimi bildim bileli bana hep abla derdi. Öylesine sıcak bir abla deyişi vardı ki; insanın içi gider, böylesine güzel sesli bir çocuğa abla değil anne olası gelirdi. Tüm masumiyetini elinden abla dediği, en çok güvendiği bu insan almıştı. Hayat ona sırtından vurmuştu. Kim bilir daha elinden neler almıştım. Belki hiç bir daha güveneceği bir dostu olmayacak, belki bir daha aşık bile olmayacaktı. Güven duyduğu, sevgisini, kalbini açtığı insanların küçücük bir boşlukta onların ardından nasıl işler çevirebileceğini; nasıl da sevgisinin sömürülebileceğini en iyi o görmüştü çünkü. Şimdi bu işe bir son vermek adına; azıcıkta olsa kendisine karşı sevgi beslediği bu insanla arasına bir bariyer çekiyordu.
“İyi değilim.”
Murat, bir şey söylememişti.
“Kızım hasta, ölüyor.” Murat, hala konuşmuyor bana bir geçmiş olsun bile demiyordu.
“Biliyorum size karşı çok büyük yanlışlar yaptım. Babama, anneme sana kendimi anlatma fırsatım bile olmadı. Itiraf ediyorum; yaptığım hatanın geri dönüşü olabilirdi ve anneme gelip ben bir yanlış yaptım desem; beni hemen hastaneye götüreceğinden ve olayı ört bas edeceğinden hiç şüphem yoktu. Ama ben bu yolu seçmedim Murat. Yaptığım yanlışın bedelini küçük bir cana ödetemezdim. Ve en kolayı da neydi biliyor musun Murat? Size hiçbir şey söylemeden yaptığım yanlışa bir sünger çekip sinsice hayatıma devam edebilirdim. Ama ben zor ve şeffaf olanı seçtim. Sana bu ne kadar saçma geliyor olsa da benim açımdan sizi kaybetme uğruna olsa da.”
Derin bir nefes aldım. Telefonda böylesine derin bir konuyu ancak bu kadar özet geçebilirdim. Ondan hala bir ses yoktu.
“Kızım lösemi hastası, annem, babam ve senin dokun belki kızıma uyabilir. Yalnızca sizden bir damla kan istiyorum. Yemin ederim ondan sonra hayatınızdan tamamen çıkıp gideceğim. Bir daha karşınıza çıkmam, size rahatsızlık vermem söz veriyorum.”
Yine uzun bir sessizlik olmuştu. Diğer odada olduklarını sandığım akrabalarımın gülüşme sesleri geliyordu. Onların dertleri yok muydu sanki? Belki benden daha ağır sorunlarla mücadele ediyorlardı. Onları benden ayıran tek fark onlar yalnız değildi. Herşeye rağmen gülecek bir sebepleri vardı.
“İki gün sonra İstanbul’ dan uçağım kalkacak. Bu gece yola çıkıyorum. Bu numaraya kendi numaramı mesaj atarım. Bana ne yapmam gerektiğini ve hangi hastaneye örnek bırakmam gerektiğini mesaj atarsın.” Dedi ve çat diye telefonu yüzüme kapattı. Yüzümde yine de bir gülümseme belirdi. Ama annem ve babam için nasıl bir yol izleyeceğimizi konuşamamıştım. Ama olsun en azından gen olarak bana en yakın olan kardeşim örnek vermeyi kabul etmişti. Tabi yarına kadar fikri değişmezse.
Hayat hala bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Bense sevinç gözyaşlarıma aldırış etmeden bana mesaj attığı numarayı kaydedip bilgileri Murat’ a gönderiyordum.
“Zeynep.”
“Efendim Hayat.” Diyordum ama ona değil de telefona bakıyordum. Bilgileri özenle yazıyordum.
“Bilgileri eksik gönder.” Dedi. Şaşırmıştım. Bir anda yazdığım mesajı olduğu gibi bırakıp Hayat’ a baktım.
“Ama neden Hayat?”
“Onunla görüşmek için. Hastaneye gittiğinde eksik bilgileri almak için sana tekrar ulaşacak böylece sen onun hastanede olduğunu anlayabileceksin. Lina’ I da alır hemen yanına gidersin. Sizi gördüğünde affedeceğinden eminim.”
“Kendini acındır diyorsun yani. Bunun Türkçesi bu oluyor.”
“Dıştan öyle görünebilir ama aslında öyle değil. Çocuk bağları kuvvetlendirir diye bir deyim var. Boşuna çıkmamış bu laf. Hem daha kardeşin nasıl bir yanlışı affetmediğinin bilincinde değil. Lina onun yeğeni, bir anne neden kendi hatasına bu kadar kolay tahammül edebiliyor, evlat kokusunun hatrına; yeğenler de bir evlat kadar çok seviliyor. Kendi yeğenlerimden biliyorum. Murat, Lina’ I gördüğü an sana karşı yumuşayacak. Buna hiç şüphem yok. Yoksa niye örnek vermeyi kabul etsin. Bu hareketi Murat’ ın mantıklı biri olduğunu gösteriyor. Tepkisini sana gösteriyor ama yine de yeğeninin yaşaması için yardımcı oluyor.”
“Canım kardeşim öyledir. Küçüklükten beri hep akıllıydı zaten.” Demiştim telefonu bağrımda sıkıca bassırarak. Hayat doğru söylüyor olabilirdi. Bu yüzden Lina’ nın adını yazmadım. Gözden kaçabilecek bir eksik olmalıydı ki Murat bugün sormamalıydı. Beklediği gibi olmuş ve yeğeninin adı olmadığını farketmemişti.
“Evet!” diye Hayat koltuktan zıplayıverdi bir anda.
“Şimdi sıra senin şu şerefsizde. O zamanlarda nerde çalışıyor demiştin? Şu senin bilgisayardan adresine bakalım.”
“Yani o zamanlarda çok anlamadığım için derin mevzulara da girmemiştim. Tek bildiğim bizim kampüsün yakınlarında bir inşaat firmasına ait olan holdingin binasında güvenlik görevlisi olduğunu söylemişti.”
Bilgisayarı masada açmış olan Hayat, ekranın içine düşmüş benim kampüsümün olduğu semte bakıyordu.
“Yavrum vallahi çok fazla holding var bu semtte. Acaba bina sadece bu şirkete mi ait? Yoksa kompleks bir işmerkezi mi bir bilgin var mıydı?”
“Yani öyle olmasa neden tek inşaat şirketi desin?” Kafasını yana kırarak dudak bükmüştü.
“Yani olabilir. En azından bugün öyleymiş gibi bakalım. Yarın o şirketlere gider insan kaynaklarından adamın adını soruşturursun. Adamın adı ne kız? Bak bugüne kadar hiç sormadım şu şerefisizi sana. Üzmeyeyim diye mikrop herif.” Demişti Hayat ağzını büke büke, gülmekten kendimi alamamıştım.
“İnanır mısın onun ismini de yüzünü de unutmak için nelerimi vermezdim. Ama unutamıyorum lanet olsun.” Dedim anlımı ovuşturarak.
“Kutsal.” Dedim. Hayat beklemediği bir isim duyunca şaşırmıştı.
“Kutsal, ismi bu öyle mi?”
“Evet öyleydi.”
“Soyadı ne peki facebooktan bakarız. Belki çalıştığı yer orada yazıyordur.”
“Soyadını bilmiyorum Hayat.”
“Gerçekten mi? Hiç sormadın mı?”
“Biliyorum sana çok mantıklı gelmeyecek ama soyadını sormak aklıma hiç gelmedi. Öyle soyadını kullanması gereken bir durum da olmadı hiç. Belki de herşeyi planlamıştı ve izini kaybettirebilmek için soyadı olayında da çok dikkat ediyordu bilemiyorum. Ben gerçekten ona aşıktım anlıyor musun? Güvenmiştim.”
“Ah canım arkadaşım benim. Belki de küçük bir tatil kasabasında büyüdüğün için sen çok saf kalpliymişsin. Küçük yerler hep öyledir bilirim. Herkes birbirini tanıdığı için birbirlerinin çocuklarına da ard niyetli yaklaşmaz.”
“Aslına bakarsan iyi niyetli olmayanlar da vardı.” Dedim gözlerim yere kitlenerek. Hayat’ ın ses tonu değişmiş bir anda korumacı erkek kardeş vasfına bürünmüştü.
“Nasıl yani!”
“Aman boşver işte her yerde var kötü insan sonuçta. Hadi bakalım şu şirketlere bir liste yapayım yarın için.” Dedim ve bilgisayarı kendime doğru çevirdim. Hayat ile birlikte yürüyerek gidebileceğim şekilde bir liste hazırladık. Ertesi günü iple çekiyordum.



2.       BÖLÜM
(YILLAR SONRA MURAT)


                Tüm gece boyunca yatakta bir o yana bir bu yana dönmüş sabahı zor etmiştim. Sabaha karşı ancak biraz uyuyabilmiş sabah da erken uyanmıştım. Saat yedi olmak üzereydi. Murat her an arayabilirdi. Lina’ I hızlıca hazırlayıp hastaneye doğru yola çıkmalıydım.
Giyinmek için direk giysi dolabıma yöneldim. Bu sıralar çok fazla siyah giyiniyordum. Aklıma başka renk gelmiyordu. Siyah streç pantolon ve dökümlü siyah bluzum yine gözüme batan tek kıyafet olmuştu. Düşünecek çok zamanım da yoktu, askıdan aldığım gibi kıyafetlerimi giyip Lina’ nın odasına kıyafetlerini almaya gittim. Lina’ nın şeker pembesi elbisesini hazırlamaya başladım. Kapı çalmıştı. Hayret ben Lina’ I uyandırmaya giderim derken onlar erkenden uyanmış kapıya dikilmişlerdi. Hemen kapıyı açtım. Hayat ve Lina birlikte kapıda bana gülümsüyorlardı. O kadar tatlı o kadar güzel bir kızdı ki dünyadaki en güzel kız çocuğunun benim kızım olduğuna yemin edebilirdim.
                “Günaydın minik prensesim.” Diyerek kocaman yanaklarından öptüm. Banyoya elini yüzünü yıkamak için götürürken de öpmeye hala devam ediyordum. Bir an bile ayrı kalmaya dayanamıyordum. Çok özlüyordum.
                “Anne sen neden benle uyumadın? Sabah seni göremeyince çok korktum.”
                “Korkma anneciğim Fatma Teyzen var ve seni çok seviyor. Dün gece o kadar çok tatlı uyuyordun ki seni uyandırmaya kıyamadık.”
                “Hım peki Hayat Abla neden beni bu kadar erken uyandırdı? Beni bir yere götüreceğini söyledi.” Bir an durdum. Sonra:
                “Önce dişlerini fırçalayalım. Sonra giyinelim yolda nereye gideceğimize birlikte karar veririz olur mu?”
                “Ya çalışmayacak mısın?”
                “Hayır tatlım bugün gece işe gideceğim.”
                “Oleyy!” diyerek havaya sıçradı.
                Birlikte hazırlanıp yola koyulmuştuk. Yolda Lina’ nın elinden tutmuş yavaş yavaş yürüyerek hastaneye doğru yürümeye başlamıştık. Lina’ a dayısını göreceğini söylesem mi diye düşünüyordum. Murat’ ın dayısı olduğunu söylesem aslında Lina çok sevinecekti ama sonra belki bir daha dayısını göremeyecekti. O zaman tekrar dayısını görmek istediğinde ona ne söyleyecektim? Uzakta yaşıyor desem telefonla görüntülü görüşmeyek isteyecek ve annem babamda olaya dahil olacaktı. Belki sırf bu sebepten ötürü Murat da görüşmek istemeyecekti. Bilemiyordum. Ilk başta Lİna’ nın bir akrabası olduğunu öğrenmek çok mutluluk verici bir olay ama sonrasında ya hayal kırıklığı yaşarsa?
                “Anne nereye gidiyoruz?”
                “A! Önce hastanede küçük bir işimiz var. Onu hallettikten sonra seninle avmye gideriz orada oyun oynarsın olur mu?”                       
                “Bana iğne yapmayacaklar değil mi?”
                “Hayır hayır tatlım önümüzde ki yirmi gün boyunca tedavin yok. Bunu seninle konuşmuştuk.”
                “O zaman neden hastaneye gidiyoruz?”
                “Orada birini görmem gerekiyor.” Çantamdan telefonumun sesi geliyordu. Lina daha küçük olduğu için yedek kıyafet bulundurmam gerekiyordu. Bu yüzden Lina ile birlikte dışarı çıkıyorsam yanıma orta boylarda bir sırt çantası alıyordum. Yol kenarında durup çantamı omzumdan çekerek çantamdan telefonu çıkardım. Murat arıyordu. Hemen  açtım:
                “Alo merhaba Murat.”
                “Merhaba, hastanedeyim. Kızının adı gerekiyormuş.”
                “Ah evet unutmuşum. Lina… Lina Demir.” Uzun bir sessizlik oldu. Sonra Murat karşısında bekleyen bayana “Lina Demir” dedi. Bayan “tamam” dedikten sonra bana seslendi:
                “Tamam ben şimdi örnek veriyorum. Buradaki doktorlar bana yardımcı oluyor.”
                “Peki.” Diyebilmiştim. Onun yanına geleceğimizi söyleyememiştim. Lina ile beraber yürümeye devam ettik. Hastane çok uzak değildi. Ama Lina çok çabuk yorulurdu. Kucağıma alıp yürümeye öyle devam ettik. Hava hafif serindi. Kıştan yeni çıkmıştık. Ara ara yağmur yağsa da artık sıcaklar kendisini göstermeye başlamıştı. Lina bu havalarda hala üşürdü. O yüzden üzerinde penye pembe bir çeketi vardı. Elbisesinin aynı renginden.
                Hastaneye yaklaşmıştık. Binanın bahçesine girdiğimde heyecanlanmaya başlamıştım. Hastane her zaman olduğu gibi kalabalıktı. O kadar insanın arasından kucağımda Lina ile birlikte sıyrılarak geçiyordum. Hastanenin otoparkı dışarıda olsa da hastasını bırakmaya gelen arabalar oldukça yoğundu ve yolları yine kapatıyorlardı. Lina’ ya bazen bu arabaların arasından geçerken oyun yapardım. Onu havaya uçuruyormuş gibi yapar dar yerlerden o şekilde geçerdik. Çok gülerdi.
                Hastanenin bir çok kapısı vardı. Bahçe bu kadar kalabalıksa içerisinin daha çok kalabalık olabileceğini düşünerek doku örneği bırakılan bölüme bahçeden dolanarak gitmeye karar vermiştim. Gerginliğimi alması adına yine Lina’ ı havaya kaldırmış arabaların arasından birlikte uçuyormuş gibi yapıyorduk. Hem böylece hızımızı arttırmış olduk. Kıkırdayarak gülüyordu. Insanların bana bakmasına aldırmıyordum. Lina ise uçak sesi çıkararak kollarını yana açmış kahkahalar atıyordu.
                Kapının önüne geldiğim de Lina’ ı kucağımdan yere salmıştım. Lina buraları adı gibi bilirdi. Kucağımdan indiği gibi koridorun kenarında kurulmuş olan oyun parklı bekleme alanına doğru koşmaya başlamıştı. Bense rahatlamak ve üzerimdeki yorgunluğu dışa savurmak adına gözlerimi kapatarak derin bir nefes verdim, eğildiğim yerden tekrar doğrulurken gözlerimi açtığımda karşımda duran Murat, koca bir delikanlı olmuş bana öylece bakıyordu.
Nasıl da yakışıklı olmuştu benim biricik kardeşim. Sarışan Amerikan askerleri yanında sönük kalırdı. Koyu gri kot pantalonu üzerine beyaz dar tişört ve üzerine giydiği koyu gri gömleği ile nedense daha çok bir askere benzetmiştim. Benim yüzümde gözlerim, daha çok belirgin olmasına nazaran onun mavi gözleri yüzünde kendisini gizlerdi. Gözlerinin deniz mavisi olduğu ancak yanına yaklaşıldığında anlaşılırdı. Kumral kısa saçları ve boynundan göğsüne inen künyesi şimdi dikkatimi daha çok çekiyordu.
                Ikimizde hiçbir şey söylemeden birbirimize bakmaya devam ediyorduk. Ona doğru yavaş adımlarla yürümeye başladım. Yaklaşmaya başlayınca sağ elini burnuna götürüp sol yanına bir baktı. Ardından derin bir nefes çekti içine. Beni gördüğüne hiç memnun olmamış gibi duruyordu. Artık çok geçti. Ardımı dönüp gidemezdim, gurur yapamazdım.
                “Merhaba.” Diyebildim sessizce. Belki duymamıştı bile. O da “Merhaba” dedi soğukça. Gözlerinin içine uzun uzun baktım. O da bana bakıyordu. Kimbilir birbirimizi ne kadar çok özlemiştik. Dudaklarımız konuşmuyor gözlerimiz çok şeyler anlatıyordu. Bekliyordu gözleri. Kin, nefret dolu değildi. Cevap verilmesini bekleyen soru dolu bakışlar vardı gözlerinde. Anlamak istiyordu beni sanki. Belki görmeden once bana kızgındı ama beni bu şekilde görmek onu da yaraladı kimbilir.
                Daha biraz once öğrenmişti; Lina’ nın babası olmadığını, soyadının ise kendisininkiyle aynı olduğunu. Belki yeni anlamıştı bu dünyada bir başımaydım, bu zorluklarla tek başıma mücadele vermiştim. Belki de pişmandı. Ya da ben pişman olmasını umuyordum. Beni dinlemeden ardını dönüp gittiği için pişman olmalıydı belki.
                Sağ eliyle kendi saçını göstererek ve umursamaz ama sıkılan erkeksi tavrı ile;
                “Saçların… şey saçlarını kestirmişsin… Sende bir şey yok değil mi yani yakışmış tabi.” Gülümsemek istemiş ama onu bile başaramamıştım. Elimle hemen ileride oyun oynamaya dalmış olan Lina’ ı göstererek;
                “Kendisini yalnız hissetmesin diye onunla birlikte kazıtıyorum.” Gözleri çoktan Lina’ ı bulmuş ve onu izliyordu. Ben de Murat ile birlikte Lina’ ı izlemeye başladım. Bu bölümde bekleyen çok hasta olmazdı. Burası daha çok sağlıklı olup, hastalara nakil verebilmek için doku örneği vermeye gelmiş  kişilerle dolu olurdu. Şuan çok kimse yoktu. Belki sabahın daha erken saatleri olduğu içindir. Lina’ ı ise ayırt edebilmek hiç de zor değildi. Çünkü saçını kazıtmış olan tek çocuk Linaydı. Birlikte oynadığı üç beş arkadaşı vardı ve muhtemelen onlar sağlıklıydı. Lina çok mutlu görünüyordu. Oyuncakların etrafında kovalamaca oynuyorlardı.
                “Sana benziyor.” Dedi. Kısık bir sesle. Rahat bir nefes almıştım. Başımı öne eğdim.
                “Evet.” Diyebildim. Sadece yere bakıyordum. Ne diyeceğimi nasıl başlayacağımı bilemiyordum. Ne diyecektim. Iyiki babasına benzemiyor, benzemesin zaten, sana daha çok benziyor. Hiçbiri sohbetin gidişatına uymuyordu. Içimden geldiği gibi konuşsam herşeyi batıracağım diye korkuyordum. O kadar çok dalmıştım ki Lina’ nın nefessiz kaldığını farkedememişim. Murat, yanımdan bir anda fırlayınca neler oluyor diye başımı kaldırdım.  
                Lina, yerde yığılmış yatıyordu. “Hemşire!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Murat, bir anda Lina’ ı kucakladığı gibi koşmaya başlamıştı. Kendisine doğru koşan çalışanlara bağırıyordu. Çalışanlar ise ona yol açmış gideceği yönü işaret ediyorlardı. Çalışanlar Murat ile birlikte koşuyordu. Bense arkalarından ağlayarak koşuyordum. Lina, kendisini çok fazla yormuştu. Sabah çok yürütmemiştim ama oyunda da bu kadar çok koşunca bedenine ağır gelmişti muhtemelen. Bir şey olmayacağını biliyordum ya da öyle olacağını umuyordum ama ağlamaktan kendimi alamıyordum. Murat, benden daha çok korkmuş gibiydi. Etrafa bağırıp çağırıyordu.
                “Hemşire! Doktor! Yetişin!” boyna böyle bağırıyordu. Acil müdahale bölümüne en sonunda varabilmiştik. Karşımıza Kağan Hoca çıktı. Murat’ ın elinde Lina’ ı görünce hemen tanıdı. O aciliyet arasında Kağan Hoca’ nın, Lina’ ı kucağında tutan bu adamın kim olduğunu anlamaya çalıştığını farketmiştim. Ona neler olduğunu soruyordu. Hemşireler çoktan Lina’ ı müdahale odasına almış oksijen bağlamışlardı. Murat heyecanla olanları anlatıyor bir yandan elleriyle başını sıvazlıyor, elleriyle bir o yanı bir bu yanı işaret ediyordu. Muhtemelen Lina’ nın nasıl düştüğünü anlatıyordu. Kağan Bey, odaya geçip ardından kapıyı kapattı. Murat, beni tamamen unutmuştu. Kapının önünde sürekli başını elleriyle sıvazlayarak ileri geri gidip geliyordu.
                Yanımızdan bir görevli elinde kan serumuyla birlikte koşturarak müdahale odasına girdi. Muhtemelen rahatlatmak için biraz kan takacaklardı. Ben bir içeri doğru bakmaya çalışıyordum bir Murat’ a. Murat, içeri giren görevliyi görünce biraz daha sakinleşmiş yanıma gelmişti.
                “Ne yapıyorlar?”
                “Sanırım kan vererek kalbini rahatlatmaya çalışacaklar. Aslında yeni verilmişti.” Kağan Bey içeriden yanımıza geldi.
                “Lina iyi, sanırım biraz yorulmuş. Çok az kan takviyesi yapacağım. Bir kanını da ölçtüreyim. Ilk defa oluyor değil mi Zeynep?”
                “Yani evet doktor bey. Nefesinin yetmediği olurdu ama bayıldığı ilk defa oldu.”
                “En sonki tedavi yeterli gelmemiş olabilir. Korkulacak bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bu arada beyefendi Lina’ ın bir yakınımı? Hoşgeldiniz.” Diyerek doktor bey Murat’ ın elini sıktı. Ben nasıl cevap vereceğimi düşünürken;
                “Dayısıyım.” Deyiverdi. Murat’ a bakıp kalmıştım. Kağan Bey sevinçle gülümsemişti.
                “O! çok sevindim. O zaman doku örneği vermek için geldiniz değil mi? Bu o zaman çok sevindirici bir haber doğrusu.” Demişti. Ben Murat’ a bakmış kalmıştım. Murat, doktor beye bakıyordu.
                “Evet evet inşallah dokum uyarsa Lina’ a seve seve bağış yapmak isterim. Durumu hakkında bilgi alabilir miyim acaba doktor bey?”
                “Evet tabi, iki senedir bir tedavi sürecimiz oldu. Bunu ne yazıkki dokulara ulaşamadığımız için mecburiyetten izlediğimiz bir yoldu. Lakin tedavinin yetersiz olduğu döneme geldik. Hastamız son dönemde değil bizi umutlandıran en güzel haber bu. Lakin ne kadar hızlı hareket edersek o kadar iyi olacak.”
                “Peki dokumun uyuşup uyuşmayacağı ne zaman belli olur?”
                “Bir haftaya belli olur. Tabi bu esnada diğer vericilere de ulaşabilsek çok güzel olurdu. Anne, babanız örnek vermeyi kabul ettiler mi?”
                Murat ben orada değilmişim gibi yalnızca doktor beye bakarak konuşuyordu.
                “Gerekeni yapacağım. Başka bağışçı olabilecek bir kişi yok mu?” Doktor bey de ben de Murat’ ın kimi sorduğunu anlamıştık. Doktor bey, benle ilgili tüm gerçekleri biliyordu. Böylesine bir hastalığımız olunca doktorlarımız da evimizin içinden bir aile ferdi gibi olmuşlardı. Belki kendime söyleyemediğim bir çok gerçeği doktor beyle paylaşabilmiştim.
                Hayatında görmediği olay, şahit olmadığı ilişki seviyesi ve tanımadığı kültürde aile şekli kalmayan doktor beyin, profesyonel bir psikoloğu aratmayacak kadar da başarılı konuşmaları olurdu. Öyle konuşmalar yapardı ki hayat kurtarıcılığı yalnızca elindeki şifayi özelliğiyle olmuyor bazen diliyle sarfettiği sözcüklerle de olabiliyordu. Aynı bu konuşmada olduğu gibi:
                “Yol yakınken ulaşılabilecek tüm akrabalarına ulaşması için Zeynep Hanım’ ı yönlendirdim. Tabiki dokunun uyuşması açısından anne ve babanın dokusu daha yüksek ihtimalli görünüyor. Zeynep Hanım’ ın ne yazıkki başına talihsiz bir olay gelmiş. Tabi herşey geçmişte kalmış bizim için önemli olan tek bir gerçek var o da; Lina’ ı şifasına ulaştırmak. Bunun için de babaya da ihtiyacımız var. Bunun için Zeynep’ ten babayı bulmasını istedik. Siz de bu yolda ona destek olursanız, hepimiz destek olursak bu zor günleri daha hafif atlatabiliriz. Lina, daha çok küçük ve kanser. O daha fazla üzülmeden, sarsılmadan ona yaklaşılırsa herşey daha güzel olacaktır. Şu koridorlarda nasıl yaşantılar gördüm inanamazsınız.” Arkasına dönüp eliyle koridoru gösterdi. Kağan Bey’ in gözleri dolmuştu. Derin bir nefes aldı.
                “Tıbbın bana öğretemediği birşey vardı. O da aile olabilmeyi bilmek. Biz de acılarıyla güçlenen bu aileler sayesinde aile olmayı öğrendik. Hastalık öldürürmüş acılar güçlendirir.”
                Murat, başını sallıyordu. Hemşire yanımıza gelmiş Lİna’ ı çıkarabileceğimizi söylemişti. Doktor Beyle vedalaşıp Lina’ nın müşahede odasındaki yatağına gittik. Ona kocaman sarılmıştım.
                “Hani anne bana iğne yapmayacaklardı söz vermiştin. Hani beni oyun oynamaya götürecektin.” Diyerek ağlıyordu. Çok sinirlenmiş tüm hıncını ağlamaktan alıyordu. Arada güçsüz kollarıyla bana vuruyor ama ben acıyormuş gibi yapıyordum.
                “Uf!” diyerek kollarımı ovalamıştım. Kendisinin yaşadığı acıyı bana da yaşatmak istiyordu. En nihayetinde rahatlamıştı. Artık ağlamıyor sadece kızgın kızgın bakıyordu. Murat geriden bizi izliyordu.
                “Özürdilerim prensesim. Inan böyle olabileceğini ben de tahmin edemedim. Sen hafif rahatsızlanınca doktor abilerin acilen sana tekrar kan takmanın iyi geleceğini düşündüler. Sana gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum; seni hastaneye iğne yapmaları için getirmedim.”
                “Neden getirdin o zaman?”
                “Benim için geldin.” Dedi ardımda duran Murat. Böyle cevap vermesini beklemiyordum ama artık kalbinin merhametle dolduğuna inanabiliyordum. Lina, bakıp kalmıştı.
                “Anne, bu amca kim?”
                “Dayın anneciğim. Bizi ziyarete gelmiş.” Dedim. Lina’ nın boncuk mavisi gözleri yuvalarından çıkacakmış gibi büyüvermişti. Elleriyle kocaman açılmış ağzını kapatarak:
                “Gerçekten mi? Dayı!” diyerek bir sevinç çığlığı koparmıştı. Murat pembe çeketini ve ayakkabısını giydirerek kucağına aldı. Bense onları geriden izlemekle yetinmiştim. Lina benim varlığımı unutmuşa benziyordu. Içim bir hoş olmuştu. Sevinmek için çok erken olduğunu biliyor, kalbim sonradan kırılacak diye çok korkuyordum. Belki de her an insanların beni inciteceği düşüncesine şartlanmış olmam belki de Murattan çok bana yer etmişti kim bilir.
                Hastanenin bahçesine çıkmış onlar önde ben arkada yürüyorduk. Hastanenin dış tarafında bir otopark vardı. Murat, Lİna’ a otoparka gideceğimizi söylüyordu. Doğrusu Murat bizi nereye götürüyor bilmiyordum. Sorarak bu tatlı anı bozmak istemiyordum. Ardına takılmış yalnızca yürüyordum.
                Lüks bir arabanın yanına geldiğimizde Murat, anahtarlarıyla kapıyı açmıştı. Kiraladığı arabayı hayatında ilk defa gören kişi Lina değildi. Arabaya binmiş ve çok lüks bir restorantın önünde durmuştuk. Yolculuk boyunca hiç susmayan Lina hala konuşuyordu. Murat ise Lİna’ nın son sözlerine kadar onu sabırla dinliyordu. Lina, Murat’ a sürekli sorular soruyor ama cevabını beklemeden kendisini anlatmaya devam ediyordu.
Restorandan içeriye girdiğimiz de yine ağzı açık kalan tek kişi Lİna olmamıştı ben de böylesine lüks bir mekana hayatımda ilk defa geliyordum. Bırak böylesine lüks bir mekana gelip yemek yemeyi Fatma Abla ve Hayat ile tanışana kadar aç kaldığım günler bile olmuştu. Paramı tedavi masraflarına zor yetiştirebiliyordum. Hayat ne garipti. Iki aynı yuvadan çıkmış iki uç noktada yaşamını sürdüren iki kardeş.
                “Şöyle geçelim mi?” dedi bana eğilmiş duran Murat, bense başımı kaldırmış avizelerde kaybolmuştum. Böyle seslenince irkilerek:
                “Ah evet, tabi olur.” Diyebilmiştim. Garson bayan, Lina’ ı çoktan oyun alanına götürmüş orada çocuklarla ilgilenmesi için görevlendirildiğini düşündüğüm çıtı pıtı bir kızla tanıştırıyordu. Murat ile biz de oyun alanını görebileceğimiz bir masaya oturmuştuk. Restorantın loş, koyu renklerle bezenmiş, dinginlik veren bir havası vardı. Garson siparişlerimizi sormuş ben hiç anlamadığım menüden yalnızca Murat’ ın istediklerinden aynısı diyebilmiştim. Yanımızdan gittiklerinde ben hala Lina’ ı izliyordum. Restorantta neredeyse boş diyebilecek kadar müşteri vardı. Oyun alanında ise tek Lina vardı. O yüzden kafam rahattı. Düşecek, biri çarpacak diye bir kaygım yoktu.
                “Nasılsın?” Deyince Murat yine dalmış olduğum dünyadan sıyrılmış Murat’ a bakmıştım.
                “İyiyiz çok şükür. Sen nasılsın? Annem, babam nasıl?” soruyordum sormasına ama içimden cımbızla koparıyorlardı sanki bu soruları.
                “Senden sonra hiç iyi olmadılar Zeynep.” Derin bir iç çekmiştim.
                “Çok üzgünüm hepinize yaptıklarımdan ötürü.” Masaya bakıyordum. Yüzüne bakacak hal kalmamıştı ben de. Ondan ses bile çıkmıyordu.
                Konuşacak çok şey vardı. Ikimizin de aklında birikmiş onca soru dudaklarımıza kadar gelip yüreğimizde açılmış yaradan içine çekilir gibi yüreğimizin derinliklerinde gömülüp kaybolup gidiyordu.
                “Hatalıyım biliyorum. Ben de insanım sonuçta Murat, gençtim körpeydim. Ben de ister miydim başıma böylesine büyük bir felaket gelmesini. Aklımın ucundan bile geçmezdi; böylesine bir hataya düşeceğim. Kendisine konduramıyor insan. Yok diyorsun hayatta yapmam. Salak mıyım ben? Anlamam mı beni kandırmak isteyen birini, nasıl da aldanırım. Başkasında duysam, bir arkadaşım gelip dese bana böyle bir hata yaptım. Bana şu söyledikleri asla samimi gelmezdi. Ama yaptım işte böyle bir hataya düştüm.”
                “Neden evlenmedin peki? Böyle bir hata yaptın, biz seni o gün gördüğümüzde; babamdan habersiz evlendin sanıyorduk. Daha bugün öğrendim evli olmadığını.”
                “Öyle ya insan hergün nüfustan nüfus kayıt örneği almıyor. Oysa Lina da ben de babamın kütüğünde görünüyoruz.” Bana bir mazlummuşum gibi bakıyordu.
                “Evet bugün farkettim. Babası kim Zeynep? Neden evlenmedin?”
                “Evliymiş.” Dediğimde Murat yıkılmıştı. Yumruğunu sıkıp gözlerini kapatarak başını çevirdi. Sonra derin bir nefes aldı ve kendisini tekrar toparlayarak konuşmaya devam etti.
                “Eh sen farketmedin mi?”
                “Çok küçük görünüyordu. Diyorum ya işte gençlik cahilliğim. Yaşını bile ayırt edemeyecek kadar cahildim demek. Bilemiyorum. Evli olduğunu söylememişti. Başımdan bu olay geçip hamile kaldığımı öğrendiğinde; evlenemeyeceğimizi, sebebinin de zaten evli olduğunu söylemesiyle gün yüzüne çıktı.”
                “Şerefsiz herif! Neden beni aramadın? Neden yardım istemedin?”
                “Ne değişecekti ha Murat? Ben hatayı en başta yapmıştım. Tanımadığım bir adamla görüşmekle; anneme babama hatta arkadaşlarıma bile danışmadan onunla görüşmeye ısrarcı olmakla yaptım. Bundan sonra ne benle evlenebilir ne de çocuğumu bana gösterirdi. O saatten sonra annem de babam da beni bu halimde kabul etmezdi.”
                “Haklısın. Keşke Lina’ ı dünyaya getirmeseydin diyemiyorum. Seni anlıyorum. Bense senin hakkında yanılmışım. Ben daha çok o zamanlarda seni avrupai takılan kızlar gibi yaşıyorsun sandım. Hoş Amerika’ ı da gittim gördüm. Aile kültürüne sandığımızdan çok daha fazla önem veriyorlar. Ben senin bu şekilde kandırıldığını hiç tahmin etmemiştim. Annem babam da öyle düşünmediler. Hoş babam durumu öğrense duyguları değişir mi hiç sanmıyorum. Eskisi gibi değiliz artık Zeynep anlıyor musun?”
                “Tahmin edebiliyorum.” Diyebilmiştim zar zor.
                “Ara ara Türkiye’ e geliyorlar. Ben de eksik olan bir evrakım vardı onun için gelmiştim. Ben de çok uğramıyorum buralara.”
                “Eksik evrak derken okul için mi?”
                “Yok ben okulumu bitireli çok oldu. Orduya katıldım.” Yutkunmuştum.
                “Orduya katıldım derken Türk Subayı olarak diyorsun değil mi?” Amerikan Ordusunun şartları ne kadar ağır olduğunu oldum olası bilirdim. Her yerde ölüm var her yerde terör var elbet ama yine de Türk Ordusu olmasını içten içe diliyordum.
                “Hayır, Amerikan Ordusu. Açıkcası orduya katılabilmek benim için çok zor oldu. Ama sonunda başardım. Orduya Kabul edilebilmek için formalite bir evlilik yaptım.”
                “Ama anlamıyorum Murat. Neden Amerika dahası neden ordu? Biliyorum size çok zarar verdim. Ama benimle görüşmeden de burada ki kurulu düzeninize devam edebilirdiniz.”
                “Yo benim olayım seninle ilgili değil. Kendine bunu yapma. Annem ile babam evet biraz kırıldılar. Tamam çok kırıldılar belki ama seneler geçtikçe sensiz de yaşamaya alıştılar. Bilmiyorum belki Amerika onlara iyi geldi. Bense artık geri dönemem. Böylesi benim için en iyisi oldu anlayacağın. Peki sen babasını ne yapacaksın? Yani biliyor mu bir kızı olduğunu?” sadece kafa sallayabilmiştim.
                “Bunu Lina ve babasına bildirmeden yapmaya çalışacağım.”
                “Ama bu nasıl olacak ki? Sakın ha bir hata daha yapayım deme.”
                “Yo yo asla. Şuan için tek planım babasını bulmak.”
                “Numaram artık sen de var. Yarın dönüyorum. Ama olur da bir ihtiyacın olursa telefon etmen yeterli.” Bu sözler yabancı bir insandan duyabileceğim en samimi duygular içerebilecek kadar soğuk sözlerdi. Lina ile görüşmek isterim, hergün mutlaka görüşelim, sakın aramamazlık yapma gibi sözler dökülmemişti dudaklarından. Yalnızca acil durumlarda onu rahatsız edebileceğimin sınırını çizivermişti.
                Yine de ayrılırken ona sımsıkı sarılmış, kokusunu uzunca içime çekmiştim. O da sımsıkı sarılmıştı. Yarım kaldığı yeri kalp tamamlamak istercesine bir mıknatıs gibi çekiyordu bizi birbirimize. Silmek istediğimiz anılarımız bir yapboz gibi parçalarını tekrar canlandırıyordu hafızalarımızda. Yüreğimiz çarparken vücudumuzda oluşturduğu sıcaklığın etrafa yaydığı kokusu bir yuvanın içinde piştiği taze ekmek kokusu kadar lezzetliydi. Dahası canımı daha çok yakıyor, içinde yandığım hasrete bir türlü su serpmiyordu. O zaman anladım ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
                Lina’ nın elini tutmuş ona giderken el sallıyorduk. Lina hiç böylesi bir sıcak yuvaya sahip bile olamayacaktı. Ben kaybettiğime mi yanayım yoksa kızıma böylesine sıcak bir yuvayı veremeyeceğime mi yanayım şaşmıştım doğrusu. Onun değil bir kardeşi olması babası bile olamayacaktı. Biricik yavrum bu dünyada hep tek başına kalacaktı.
                Eve nasıl geldik de ben Lina’ ı Fatma Ablaya bırakıp hastaneye gelebildim bilemiyordum. Bedenim bir yerden bir yere savrulup duruyordu. Yorgun bir yüzle arkadaşımın yanına nöbet teslim almaya gelmiştim. Deske doğru yanaşıp geriden notları okumaya çalışıyordum. Her ne olursa olsun her zaman güler yüzle gelmeye çalışır her zaman iyi bir hemşire olmaya çalışırdım. Arkadaşlarımla da hastalarımla da sürtüştüğüm asla olmazdı. Herbirine anlayışla yaklaşır belki de anneden çok daha şefkat dolu olurdum çalışma saatlerimde.
                Yüzümün düştüğünü onlar da görebiliyordu. Ama üstüme gitmiyorlardı. Çünkü ben muhabbetle zaman öldüren insanlardan değildim. Hızla işimi yapar nöbetimi tamamlar oyalanmadan evime kızımın yanına dönerdim. Belki bazı sabahlar kızların rahatça kahvaltı yapabilmesi için işimi uzatır serviste ayak sürürdüm. Gündüzleri yoğun geceleri biraz daha sakin olan bir servisti bizim servis. Ben de Fatma Ablanın desteğinden sonra geceleri nöbete kalmaya başlamıştım. Sağolsun Fatma Ablam, kızımla daha çok vakit geçirebilmem için kendisi böyle bir teklifle gelmişti bana. Kanserli bir çocuğun gece bakımı da hiç kolay olmuyor yavrum bazı zamanlar hala bir bebek kadar cetin ateşlerle mücadele etmek zorunda kalabiliyor. Buna rağmen mutlaka nöbetten gelince bir iki saat Fatma Abla, dinlenmemi sağlardı. Bazen de daha fazla nöbet tutmam gerekirdi. Tedavi masraflarına çoğu zaman ancak fazla mesai yaparak yetişebiliyordum. Işlerimin arasında bazen acaba şans bize de gülecek mi diye düşündüğüm olurdu.
Acaba şans bize de gülecek mi? Bugün Muratla görüştüğüm için şirketleri dolaşamamıştım. Ilk işim nöbetten çıktığım gibi şirketleri dolaşmak olacaktı. Sadece tek umudum; benim ya da Murat’ ın, birimizden birinin dokusu Lina’ a uyması ve babasının bir damla kanına bile muhtaç olmamamdı. Ama beklemek için zamanımız yoktu. En azından adresini netleştirmeliydim.
Ertesi sabah ve diğer ertesi sabah kampüsüme yakın olan tüm şirketleri tek tek dolaşmıştım. Her departmanın insan kaynaklarından soruşturmuş ve Bir Allah’ ın kulu Kutsal çıkmamıştı. Artık internet üzerinden baktığımız şirket listesini tamamlamış önüme gelen her binaya girer olmuştum. Girdiğim iş merkezlerinin inşaat sektörüyle ilgili olup olmadığına bile bakmıyordum. Böyle nasıl bu adamı bulacaktım doğrusu aklım almıyordu. Şirketlere bakmaktan başka aklıma mantıklı bir fikir gelmiyordu. Bu da son şansım dediğim bina da yoktu. Hangi biri son olsun ki? O kadar çok bina var ki sanki İstanbul’ un tüm şirketleri bu semte toplanmış gibiydi.
Belki de bu semtte değildi. Yo yo bana buralarda ki bir semtte çalıştığını söylediğinden emindim. Yoluma çıkan bir binaya daha girdim. Alka Holding diye yazıyordu. Kapı önünde duran görevli bayana nereye gidebileceğimi sormuştum. Her zamanki gibi beni yine insan kaynaklarına yönlendirmişti. Beklediğim cevabı aldıktan sonra asansörle dediği kata çıktım. Insan kaynakları bölümünü buldum.                 
                     Oldukça büyük bir bölmeyi kaplıyordu. Bir kaç çalışan vardı. Ben kapıya daha çok yakın olan bayana doğru yaklaştım.
                “İyi günler.”
                “Merhaba buyrun hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
                “Burada daha once çalışmış birini arıyorum. Yalnız soyadını bilmiyorum sadece ismini biliyorum yardımcı olabilir misiniz?” Bayan bana soru dolu gözlerle kısa bir süre baktı. Nasıl yardımcı olabileceğine o bile şaşmıştı. Sadece elinde bir isim var ve bu şirkette o isimle çalışan kaç kişi vardır diye aklından geçiriyordu. Yine de çalışma prensibi olarak kendisine yöneltilen soruyu cevaplamak zorunda olduğu için bilgisayarında çalışan personel listesini açtı.
                “Evet, bana ismini söylerseniz size yardımcı olmaya çalışacağım.”
                “Kutsal.” Dedim. Kadın öylece ekrana bakıyor, parmakları klavyenin üzerinde sabit bir şekilde bekliyordu. Bense yazmasını bekliyordum. Neden yazmıyordu ve neden öyle donakalmıştı? Yazmadan tekrar bana döndü.
                “Siz bu şirketin sahibi Kutsal Beyi mi arıyorsunuz?” Bayana şaşkın gözlerle bakıyordum.  Ne dediğini doğrusu anlamamıştım.
                “Hayır benim bahsettiğim Kutsal, kapıda geceleri güvenlik görevlisi olarak çalışıyordu.” Bu cümleyi söylerken masada oturan tüm çalışanların konuşmamızı dinlediğini farketmiştim. Ortamın nabzı hızlı atmaya başlamıştı. Herkes işini bırakmış bize kitlenmişti. Bense hatalı bir konuşma yapmışım da kendimi tekrar ifade etmeye çalışan bir kişi gibi hissediyordum. Üzerimde büyük bir baskı vardı.
                “Yani ben öyle biliyorum.” Arkamdan biri gelmişti. Onun geldiğini farkeden herkes ayağa kalktı. Ben de kime böyle ayağa kalkıyorlar diye döndüğüm de kumral, benim yaşlarımda ama benden daha genç görünen yüzünde rahatsız etmeyen kumral sakalı olan yakışıklı bir adam karşımda duruyordu. Herkes ayağa kalkınca bahsettikleri Kutsal’ ın bu adam olabileceğini düşündüm.
                Bu yakışıklı beyefendi bana oldukça dikkatli bakıyordu. Nereden tanıyordum acaba ben bu adamı? Siması bana o kadar çok tanıdık geliyordu ki sanki yıllar öncesinde çok yakından tanıdığım bir arkadaşımı görmüşcesine kendimi ona karşı yakın hissediyordum.
                “Buyrun hanımefendi.” Dedi. Ben şaşırmıştım. Muhtemelen düşündüğüm gibi Kutsal denilen adam buydu ve ismini duymuştu. Kendisini aradığımı düşünerek bana buyrun demişti.
                “Anlayamadım.” Diyebildim. Oldukça yakın mesafede durmamıza rağmen bana biraz daha yakınlaştı. Bu hareketinden biraz rahatsız olmuştum. Kendimi biraz geriye çektim.
                “Bana öylesine baktınız ki bir şey söyleyeceğinizi düşündüm.” O zaman çok utanmıştım. Hiç farkında değildim. Herkes bize bakıyordu. Muhtemelen suratım kıpkırmızı kesilmişti. Ne diyeceğimi bilemedim.
                “Afedersiniz, ben sadece buraya birisini sormaya gelmiştim. Bir anda siz girince aradığım kişi olabileceğinizi düşündüm. O yüzden dikkatli bakmış olabilirim. Kusura bakmayın.” Adam biraz once benim konuştuğum bayana bakarak;
                “Hanımefendi kimi arıyor Beren Hanım.” Dedi.
                “Hanımefendi, Kutsal isminde birini arıyor. Lakin aradığı Kutsal ismindeki beyefendi abiniz mi onu bilemediler Oytun Bey.” Deyince şok olmuş bir şekilde adama bakakalmıştım. Aman Allahım diye geçirdim aklımdan. Acaba Kutsal pisliği, bu adamın abisi olabilir miydi? Hafızamı zorlamaya, yıllarca aklımdan silip atmaya çalıştığım, unutmaya ramak kalmış olduğum adamın o pis suratını hatırlamaya çalışıyordum. Bu hissettiğim anımsama, kardeş benzerliğinden kaynaklı olabilir miydi? Aklım da kalbim de yerinden çıkacak gibi hissediyordum. Göğsüm sıkışmış, heryer etrafımda dönmeye başlamıştı. Elimle dayanacak bir yerler aramaya çalışıyor ama dayanacak hiçbir yer bulamıyordum. Hayatımda olduğu gibi dayanacak ne bir kimse ne de bir yer vardı.
                “Hanımefendi! Hanımefendi! İyi misiniz?” diyerek bayan oturduğu yerden fırladığı gibi koşarak yanıma gelmişti. Ondan biraz destek alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Bir elimle onun kolunu diğer elimle de başımı tutuyordum.
                Yanımda duran adamın oldukça canı sıkılmışa benziyordu.
                “Beren Hanım, hanımefendiyi benim odama alalım. Bir de soğuk su getirin.” Dedi ve fırlayarak yanımızdan ayrıldı. Hışımla nereye gitmişti hiçbir fikrim yoktu. Bayan bana destek olarak yavaş yavaş onun odasına beni götürmüştü.
                Oldukça özenle döşenmiş odaya girdik. Tüm odalar cama mekandı. Bu oda da öyleydi. Iki yanı duvar iki yanı camdı. Dışarıyı gösteren camlar sanki güneşi odanın içinde barındırıyor gibi parlaktı. Gözlerim kamaştı. Manzara ise muhteşemdi. Odanın bir başında oturma köşesi diğer başında prototip yapılar vardı. Başımı sağa çevirince odada bir kaç tane olduğunu görebiliyordum. Dışarıda da bir çok yerde yaptıkları projelerin maketleri duruyordu. Muhtemelen bu odada olanlar henüz gerçekleştirilmemiş muhtemelen yapım aşamasında olan projelerdi.
                “Biraz daha iyi misiniz?” diyerek bana nazikçe sordu.
                “Evet, teşekkür ederim.” Önümdeki suyu göstererek:
                “Lütfen buyrun.” Dedi. Sudan bir kaç yudum aldım. O ise beni yalnızca izliyordu.
                “Aradığınız kişi; Kutsal Altınkaya mı?”
                “Ne yazık ki soyadını bilmiyorum. Ama bahsettiğiniz abiniz yani bu şirketin sahibi olan kişiyse aradığım kişinin o olduğunu sanmıyorum. Çünkü benim aradığım kişi güvenlik görevlisiydi. Geceleri binanın kapısında görev yapardı. Maddi durumu iyi değildi. Yani bana öyle söylemişti. Bir kardeşi olduğundan bahsetmişti. Evli ve bir çocuk babasıydı.”
                Ciddi ve oldukça düşünceli görünüyordu. Boşluğa uzunca baktı. Sonra rüyadan uyanmış gibi bir anda bana bakarak;
                “Peki neden aradığınızı sorabilir miyim? Soyadını bilmediğinize gore çok yakından tanımıyorsunuz.”
                “Çok üzgünüm size neden aradığımı söyleyemem. Zaten abiniz olduğunu da hiç sanmıyorum. Yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederim.” Diyerek tam ayağa kalkacaktım ki;
                “Lütfen lütfen yanlış anlamayın, ben size yardımcı olmak için soruyorum. Abim olduğunu ben de sanmıyorum. Ama eğer yeterli bilgiyi edinebilirsem size yardımcı olabilirim.” Bir an duraksamıştım çünkü kaç gündür şirket şirket gezerek bu adama ulaşabileceğimi sanmıyordum.
                “Peki nasıl yardımcı olabileceksiniz ki?”
                “Öncelikle bu şirkette çalıştığına emin misiniz?”
                “Hayır ne yazıkki hangi şirkette çalıştığını da bilmiyorum.” Kendisini geriye attı:
                “Anlamıyorum. Nerede çalıştığını bilmiyorsunuz, soyadını bilmiyorsunuz. Elinizde tek bir bilgi var adı Kutsal, güvenlik görevlisi. Şirket şirket aradığınıza gore ev adresini de bilmiyorsunuz. Ama mutlaka bulmanız gerekiyor. Peki neden?”
                Başımı iki yana sallamıştım.
                “Çünkü bulmam gerekiyor. Ne yazıkki bunu sadece bulduğum an ona söyleyebilirim. Yardımınız için gerçekten çok teşekkür ederim. Sanırım bu bilgilerle sizin de eliniz kolunuz bağlanıyor.”
                Ayağa kalkmıştım. Oldukça düşünceli görünüyordu. Neden benle bu kadar çok ilgilenmeye çalışmış anlam verememiştim. Bense eli boş bu şirketten de ayrılıyordum. Benimle birlikte şirketin içinde yürüyordu. Bense asansöre doğru gidiyordum. Asansöre geldiğim de çağırma düğmesine bastım.
                “Bu benim kartım. Numaramı alın lütfen ihtiyacınız olan her zaman arayabilirsiniz. Size yardımcı olamadığım için çok üzgünüm.” Diyerek elimi sıkmıştı. Asansör gelmiş kabine girmiştim. Sıfır tuşuna basmıştım. Kapılar kapanırken o anlam veremediğim benzer gözlere son kez bakıyordum.   
                           




3.       BÖLÜM



Nöbete gitmek için hastanenin yolunu tutmuştum. Hala onun kahverengi gözlerini düşünüyordum. Kutsaldan çok farklı bir karakteri vardı. Nazik, düzgün bir beyefendiye benziyordu. Kutsal, o zamanlarda hiç de şirket sahibi olan bir işadamı edasında değildi. Giyimiyle ve hareketleriyle benim gibi bir mahalle çocuğuydu.
O zamanlarda oldukça sosyete meraklısı bir kız olduğum için modellerin bile giydikleri son moda kıyafetleri takip ederdim. En pahalı markaları bilirdim. Alamazdım ama paparazzi dergileri ve moda dergilerini takip etmek benim en keyif aldığım hobimdi. Emindim. Asla Oytun Bey’ in üzerindeki takım elbiseler gibi vitrinden çıkma kıyafetler giymezdi. Daha çok spor giyinir ve asla pahalı bir marka olmazdı. Daha çok üniversite yıllarında burnu sürtmüş genç oğlanlar gibi takılırdı. Insanda biraz olsun zenginlik yer etmez miydi? Kıyafeti basit de olsa hal ve hareketlerinden belli olurdu. Yok bir türlü Kutsal’ ı Oytun’ un yerine koyamıyorum. Olmuyor. Bence benim aradığım Kutsal bu holdingin sahibi olan adam değil.
Düşünceler içinde hastaneye ulaşmış. Nöbete başlamıştım. Hasta listesini tamamlayıp gece yapacağım ilaçları hazırlamaya başlamıştım. Servis her zaman ki gibi sakindi. Sabah yoğunluğunu sabahki arkadaşlar çoktan temizlemiş bana pırıl pırıl bir servis bırakmışlardı. En azından evrak işlerini bana bırakmalarını söylüyordum. Yetişemedikleri bazı zamanlar gereksiz evrak işlerini bana bırakırlardı. Hasta bakımının dışında o kadar çok alakasız işlerimiz olurdu ki bazı arkadaşlar o işleri tamamlayayım darken hastasının yüzünü görmeden vardiyasını bitirirdi.
İşlerimi yaparken bir yandan da Kutsal’ a nasıl ulaşabileceğimi düşünüyordum. Şirket şirket dolaşmak beni çok yoruyordu. Keşke örnek sonuçları uyumlu çıksa ve bu çileden kurtulsam diye dua ediyordum.
Her zaman olduğu gibi hastalarımla güler yüzlü bir şekilde ilgilenmiş, arkadaşlara destek olması adına yarın yapacakları işlerin çoğunu halletmeye çalışmıştım. Günün yorgunluğu üzerimde olmasına rağmen dinlenerek geceyi geçiremezdim. Pakette yoğunluktan yerleştiremedikleri ilaçları dolaplarına yerleştirdim. Kullanacakları  malzemeleri hazırladım. Ilaç kayıtlarını hem deftere hem bilgisayara geçirdim. Servisin bilgisayarda günlük işlenmesi gereken kayıtlarını gece yarısından sonra işleyip masanın başında biraz gözlerimi dinlendirdim.
Sanki saatlerce uyumuşcasına kendimi dinlenmiş hissettiğim an uyandığımda yalnızca kırk dakika uyuyabilmiştim. Sabah olmak üzereydi. Hemen sabah tedavilerimi hazırlayıp hastalarımın yanına gittim. Güne güzel uyanmaları adına onları çok neşeli uyandırıyordum. Çok ağır vakalarımız yoktu. Daha çok sevgiye ve ilgiye ihtiyaç duyan zihinsel engelli hastalarımız olabiliyordu. Beni gördüklerinde o kadar çok mutlu olurlardıki işte onların sevinci bana tüm gün yeterdi. Herbirinin sabah bakımlarıyla ilgilendikten sonra hızla kıyafetimi giymiş nöbet devriyesine ilk gelen arkadaşıma devredip hastaneden çıkmıştım.
Kaç gündür Lina ile ilgilenememiştim. Bugün onunla birlikte vakit geçirecektik. Hava güzeldi ve ben Lina’ ma kavuşmak için hızla yürüyordum. İstanbul’ da en çok sevdiğim semt bizim semtimizdi. Koca devasa gökdelenlerin olduğu, geceleri alışveriş merkezlerinin hareketliliğiyle kendisini başgösteren İstanbul’ un en işlek semtlerinden çok farklıydı bizim oturduğumuz semt. Belki yarım saat kırkbeş dakika ileride yine o canlı hareketli lüksün olduğu yerlere rastlayabilirsiniz. Burası işte o işlek semtlerin arasında sıkışıp kalmış olan normal bir mahalledir. Kendi hastanesi olan, yollar boyunca kendince küçük dükkanları olan bir yerdir.
Fırıncısı, kuaförü, pastanecisi, emlakçısı, marketçisi ve bunun gibi daha nice dükkanlar hep bir yol boyunca sıralanır ve üzerlerinde de apartmanlar vardır. Biz de bu yola çıkan ara bir caddenin apartmanında oturuyoruz. Bu semtin yoluna bakan evler, diğer semtlere gore daha ucuz; mahallenin ara sokaklarına düşen evlerin kirası ise daha da ucuzdu. Tam apartmanın kapısını açmıştım ki Hayat daha yeni evden çıkmış hastaneye gidiyordu.
“Hayırdır sen daha gitmedin mi işe?” telaşla ayakkasını düzelterek;
“Ay sorma gece geç yatmıştım. Uyanamamışım. Geç kalıyorum. Seninle de konuşmadık yarın da sen nöbetçisin artık Allah Kerim ne zaman konuşuruz. Hadi öptüm bay.” Diyerek yanaklarımdan kocaman öpüp telaşla koşmaya başladı. İçi sıcacık kalbi tertemiz, damarlarında bile asla kirli kan dolaşmayan melek arkadaşım benim diyerek arkasından koşturmacasını izledim. Şaşkın yine internete dalmış ve uyumamıştı. Haylaz.
Fatma ablalar bizim evdeydi. Eve girdiğimde derin bir sessizlik hakimdi. Ikisi de mışıl mışıl uyuyordu. Ben de bu anı fırsat bilip onlara ses çıkarmadan kahvaltı hazırlamaya başladım. Belli ki gece Fatma abla için zor geçmişti. Masaya herşeyi koymuş ve çayı da demlemiştim. Kendime demlediğim çaydan koyup koltuğa oturdum. Daha fazla ses yaparak onları uyandırmak istemiyordum.
Biraz vakit geçmiştiki Fatma Abla, uyanmış yanıma geliyordu.
“Hoşgeldin neden uyandırmadın?” dedi sessizce öperek.
“Çok tatlı uyuyordunuz kıyamadım abla. Gece hasta mıydı?”
“Yok çok şükür bugün biraz rahattı. Benim içim geçmiş azıcık.” Rahat bir nefes almıştım. Gülümsedim.
“Bak şuna kahvaltı da hazırlamış.”
“Lina uyansın yapalım birlikte dediydim.”
“Ellerine sağlık yavrum keşke sen de yataydın.”
“Dinlendim gece ben. Iyiyim.”
“Bugün öğretmeniniz gelecek dün de geldi. Bilgin olsun.”
“Ay o benim tamamen aklımdan çıkmıştı. Ben de Lina’ ı biraz dışarı çıkarırım diye düşünüyordum. Neyse biz de evde pasta yaparız.” Dedim. Minik prensesim uykuyu çok seviyordu. Kalkmayacağını anlayınca Fatma Abla ile beraber kahvaltı yaptık.
“Ne yaptın, buldun mu şu menhus adamı?”
“Yok abla nerde İstanbul kazan ben kepçe arıyorum.”
“İnşallah muhtaç kalmazsın da seninki oluverir.”
“İnşallah abla yarın ya da ondan sonraki gün sonuç belli olacak.”
Lina uyanmıştı. Birlikte kahvaltı yapıp ders vermeye gelecek olan öğretmenimize pasta hazırladık. Öğretmenimizin ne zaman geleceğini bilmiyordum. O yüzden Lina ile birlikte televizyondan çizgi film izlemeye karar verdik. Evde Lina ile birlikte vakit geçirmeyi seviyordum. Öğretmen gelmişti. Onlarla birlikte ben de dersleri dinliyordum. Lina henüz okul öncesi öğrencisiydi. Talebimiz üzerine Lİna’ nın okul öncesi eğitim alması için eve öğretmen göndermeyi kabul etmişlerdi. Birlikte etkinlikler yapıp çizimler ve önmatematik çalışıyorlardı. Lina kendisini o kadar çok değerli hissediyordu ki bu mutluluğu görülmeye değerdi. Bir şeyleri başarıyor olmak ona mutluluk veriyordu.
Lina ile birlikte onlar ders çalışırken ben de onlara pastadan götürmüştüm. Öğretmen yeni mezun olmuş genç bir bayandı. O yüzden biz onunla o da bizimle çekinmeden görüşebiliyorduk. Akşam yemeğini bizle beraber yemişti. Lina buna çok mutlu olmuştu. onu aynı zamanda arkadaşı gibi görüyordu. Yavrumun yazık kendi yaşında bir tane bile arkadaşı yoktu.
Ertesi gün işe gitmiştim. Bu sefer yirmidört saat hastanede kalacaktım. Yarını iple çekiyordum. Dayısının da benim de sonuçların açıklanma günüydü. Murat da heyecan yapmış olmalı ki gece beni aradı. Annemden ve babamdan gizli aradığını anlayabiliyordum. Anlaşılan daha babama durumu anlatamamıştı. Belki de babam örnek vermeyeceğini söylemiş beni yine kabul etmemişti. Murat, Lina’ ı özlediğini söyleyince kulaklarıma inanamamıştım. Heyecanla Hayat’ ın numarasını ona verdim. Hemen Hayat’ ı arayıp haber verdim. Her zaman olduğu gibi benim gece kuşum uyumuyordu. Ama Lina çoktan uyumuştu. Yine de bunu Murat’ a dönüş yapıp söylemedim. Onları kendi haline bıraktım. Hayat, onun uyurkenki halini de gösterebilirdi sonuçta. Servisteki işlerimi hızla bitirmem gerekiyordu. Sabah benim için büyük bir gün olabilirdi. Lina için de öyleydi elbet.
Hastaneye yalnız başıma gitmiştim. Lina’ ı hem yormak istemiyordum hem de sonucun olumsuz çıkma durumunda yanımda bulunsun istemiyordum. Doktorun yanına gittiğim de direk bakışlarından sonuçların olumsuz olduğunu anlamıştım.
Buna niye şaşıracaktım ki. Hayat beni geçmişimle sınayacaktı. Kırdıklarımla ve kırıldıklarımla yine yüz yüze gelmek durumundaydım. Yine babamla yüzleşecek yine o adama muhtaç kalacaktım. Evren bana bir mesaj mı vermeye çalışıyordu? Neden neden hep yollar çıkmaza varıyor, niye çaresiz kalıyordum?
“Zeynep, üzme kendini aramaya devam edelim.” Kağan Beyin dediklerini sanki uzak bir dağdan bana seslenirmiş gibi yankılı duyuyordum. Kendi içimde kendi sözcüklerimde boğuluyordum sanki.
“Bak, son ana kadar umudumuzu kaybetmemeliyiz. Her yolu her ihtimalin kapısını çalmalıyız. Sen tükenirsen kim devam edecek. Bayrağını taşıyan başka kimse yok.”
Öyle haklıydı. Yorulup tükendiğim de bu bayrak yarışında bayrağımızı kaldırıp finale götürecek başka bir kişi yoktu. bir anda ayağa kalktım. Doktor bey şok olmuştu.
“Doktor bey aramaya devam edeceğim iyi günler.” Dediğim gibi odadan fırlamıştım. Daha cevap bile vermesini beklememiştim. Onu nasıl bir halde bıraktığım konusunda hiç bir fikrim yoktu. hastaneden hızla çıkmış eve doğru gidiyordum. Yürüyerek biraz zaman alabilirdi. Bu esnada Hayat’ ı aradım.
“Alo Hayat neredesin?”
“Canım çarşıdayım eve geçeceğim birazdan bir sorun yok inşallah değil mi?”
“Benim eve geç olur mu. Lina ve Fatma Ablaya belli etme.”
“Hayırdır canım benim ne oldu.”
“Dokularımız uyuşmadı Hayat. Bu lanet herifi bulmak bana artık hayat mayat meselesi oldu.”
“Hadi ya. Tamam hemen eve geliyorum.”
Eve ulaştığım da çoktan Hayat eve gelmiş bilgisayarda inceleme yapıyordu. Lina’ nın bizim evde olduğumuzdan haberi yoktu. Çantamı vestiyere asıp içinden telefonumu aldıktan sonra direk Hayat’ ın yanına masaya oturdum. Artık daha bir hırslıydım. Başka çarem kalmamıştı. Kutsal’ ı bulacaktım.
“Evet, ne yapıyoruz?” dedi Hayat.
“Açıkcası aklıma tek gelen sosyal medya hesaplarından İstanbul’ da yaşayan Kutsal isminde olan tüm kişilere ulaşmak.”
“Ben baktım İstanbul’ da iki yüz kadar Kutsal var. Ama arkadaşım bu kesin sonuç getirmez. Sen ne yaptın bir tane bile bir şirkette bir Kutsal’ a rastlamadın mı?”
Böyle sorunca Hayat’ a Alka Holdingte yaşadıklarımı anlatmadığımı hatırladım. Kalbimin hızla atmaya başladığını farkettim. Belki de bulmuştum. Heyecanlanarak;
“Ya Hayat, ben sana bir olay anlatacağım ama ben de benzetmek istemiş olabilirim.” Diyerek herşeyi baştan sona anlattım.
“Eh tamam o zaman Altınkaya soyadı ile internetten bir bakalım.” Diyerek bilgisayara yazıp aratma tuşuna bastı.
“Vallahi adamın burada bir sürü fotoğrafı var. Dur bakayım facebooktan fotoğrafı varsa seninle olduğu zamanlardaki fotoğrafını bulayım.” Içimden ben de baksam mı diye geçiriyordum ama cesaret edemiyordum. Bir yandan bulmak istiyordum bir yandan o adamla tekrar karşı karşıya gelmekten ötürü korkuyordum.
“Bak beş sene önceki bir fotoğrafını buldum. Vallahi adam çok yakışıklı Zeynep eğer buysa aldandığın kadar var.”
“Dur!” ekranı bana çevirmekte iken ağzımdan bir anda dökülüvermişti. Gerçekten de korkuyordum. Bunu kendime yediremesem de korkuyordum. Hayat ise verdiğim tepkime donup kalmıştı.
“Bak şöyle yapalım. Sen bana tarif et olur mu? Ben de onun olup olmadığını tahmin edeyim.”
“Kızım senin kafan iyi mi? Şurdan baksana işte. Elimizde fotoğraf varken.” Bir anda yüreğim sıkışmış gibi olmuştu:
“Hayır hayır Hayat, lütfen bak anlamıyorsun beni bakamam lütfen.” Ağlamaya başlamıştım. Yüreğimin sıkışıklığını sanki ağlamaya yenebilecektim. Rahatlamak istiyordum.
“Tamam tamam sakin ol. Peki ne yapayım söyle.”
“Şeye bak. Şeye.” Bir anda aklıma dövmesi gelmişti.
“Ha buldum. Boynun sol tarafında düş kapanı dövmesi var.”
“Vallahi canım burada sol boynu açık olan bir adet fotoğrafı yok. Adamın saçları uzun. Hoş genelde saçlarını arkaya bağlamış ama.”
“Saçları uzun mu?” Biraz olsun rahatlamıştım. Kendime ben bile anlam veremiyordum. Ama korkuma engel olamıyordum. Korkuyordum.
“Tamam bakayım o zaman demek ki tahmin ettiğim gibi değilmiş.” Hayat ekranı bana çevirmişti. Uzun kumral saçlı, hafif sakallı atletik bir vücudu olan bir adamdı. Dış görünüş olarak aynı onun gibi giyiniyordu. Belli başlı özellikleriyle evet Kutsal’ a benziyordu ama tam olarak o diyemiyordum.
“Şu beş yıl önceki fotoğrafı neredeydi?”
“Sence o mu?” Hayat ekranı hızlı bir şekilde aşağıya kaydırıyordu.
“Yani benziyor ama vallahi ben de yüzünü çıkaramıyorum ki?” Hayat eski fotoğraflara geldiğinde direk ekrana yumulmuştum. Gözlerimi iyice kısmış fotoğrafları incelemeye yoğunlaştığım an bir anda gözlerim faltaşı gibi açılmış nutkum tutulmuştu.
“Hayat bu evet bu o!” şok olmuştum. Bunca yalanına bir de iş hayatı eklenmişti.
“Aman Allahım Zeynep, adam koca bir holdingin sahiplerinden biri. Bir dakika ben bu aileyi bir inceleyeceğim.” Dedi ve bir yandan konuşmaya devam ederek incelemeye başladı:
“Vay be Zeynep’ im nasıl bir haksızlığa uğramışsın sen. Adam resmen peşine düşmeyesin diye senden gerçek kimliğini bile saklamış. Demek o zamanlarda bu adamı rızan olmadan senden yararlandığı  için şikayet etmiş olsan onları yerle bir edecektin.”
Hayat’ ın dediklerini düşünüyordum. Haklı olabilirdi. Beni öldürmekle bile tehdit etmişti. Gözü dönmüş gibiydi.
“Zeynep, bu aile çok zengin çok köklü bir aile. Sahip oldukları bir şirket değil. Dedelerden torunlara kadar uzanan bir zenginlikleri var bunların. Kutsal ve Oytun torunlardan sadece ikisi, en büyük abinin iki çocuğu. Vallahi burada magazin programlarının diline düşecek öyle absorb bir yaşantıları da yok. Kutsal                     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kazanın Kırıntıları kitap için düzenleme yedek

2.18 Saniye Ömür

KAZA 2