Bir Daha Asla
ÖNSÖZ
GİRİŞ
Asansör
kapısı açıldığında tavanlardan yansıyan beyaz ışıkla birlikte aydınlanmış olan
bu koridor, ayaklarımın altına serilivermişti. Topuklu ayakkabımla koridora
doğru yürümeye başlayınca çıkan ses koridor boyunca yankılanıyordu. Dar ama
oldukça uzun olan koridorun iki duvarına da resmedilmiş olan; sarı uzun
saçlarını göklerden aşağıya sarkıtmış, hapsedildiği kuleden kurtarılmayı bekleyen
Rapunzel; ormanda aç bir kurtla karşılaşmış olan kırmızı başlıklı kız; yeşil
kısa kalmış pantolonu ve yırtık pırtık gömleği ile uçmakta olan Peter Pan; ok
ve mızrağı ile atış yapmakta olan Robin hood; o kapkarası kıyafetleriyle
pelerinini uçuran Batman, insanı masal dünyasına alıp götürüveriverse de
arkasında barındırdığı karanlık dünyaya perde çekmeyi başaramamıştı. Hastanenin
bu koridoru pediatrik onkoloji servisine aitti. Çocukları içine çeken bu masal
diyarının odalarında acılar saklıydı.
Herbir
odada yatan küçük bedenler ne bir Rapunzel gibi saçlarını sarkıtabiliyor ne de
hayallerde ki gibi Peter Pan’ in ölümsüzlüğüne sahip olabiliyorlardı. Dahası
öleceklerini bildiği halde yaşama umudu uğruna kendilerine yapılan her türlü
acıya katlanmak zorunda kalıyorlardı.
Bu
masal diyarı boyunca yürümeye devam ederken; duvarda yedi cüceleri ile birlikte
duran pamuk prensesin kendisine uzatılan elmayı almaya çalıştığı halini
farkettim. Bu kadar güzel ve kusursuz olan elmanın zehirli olabileceğini kim
düşünebilirdi ki? Işte hayatta sana hataları böylesine kusursuz sunuyor sense
aldanıp bir ıssırık alıyordun. Sadece bir ıssırık lezzetine bakmak için aldığın
küçücük bir ıssırık tüm hayatına bedel olabiliyordu. Oysa masal ne güzel de
mesajını veriyordu masum çocuğa. Güzel görünümlü kraliçenin kötülük yapmak için
ancak çirkin bir cadıya dönüşebilmesi; sana uzatılan elin aslında hiç de masum
bir yüzünün olmadığının kanıtıydı. Elimi o çirkin cadının yanağında
gezdiriyordum. Karga gibi bir burnu ve çarpık dişleriyle şeytanca gülümsüyordu.
Ben nasıl olur da bana yaklaşan kirli kalpli insanların gerçek yüzlerini
görememiştim. Kendime inanamıyordum. Bu kadar mı gözlerim kapalı bu kadar mı
masal dünyasının içinde kaybolmuştum? Hem de bu kadar kötü karakterlerle dolu
olan masallar olmasına rağmen.
“Zeynep
Hanım!” yanı başımda duyduğum sesle kaybolduğum masalların arasından servisin
içine düşüvermiştim. Kendime geldiğim de yanımda duran bayanın doktorun
sekreteri olduğunu farketmiştim. Yanaklarımda ince bir sızı gibi dökülen
yaşlarımı telaşla sildikten sonra;
“Affedersiniz
Seval Hanım farketmemişim.” Bana korku dolu gözlerle bakıyordu. Ben bildim
bileli bu genç kadının siyah çerçeveli gözlüğü ve koyu kırmızı rujunun tonu bir
kez olsun değişmemişti. Ama çok naïf ve kibar bir ses tonu vardı. Onunla her ne
kadar sadece randevular için görüşmüş olsak da onun her sesini duyuşum da yüreğime
bir anne şefkati dokunmuş gibi olurdum. Benim anne şefkatine ihtiyacım
olduğundan mı yoksa gerçekten pamuk gibi bir sese sahip olduğundan mı bilinmez
ama bu kadar şefkatli olması sanırım böyle bir serviste çalışıyor olmasından
kaynaklanıyordu.
“İyi
misiniz Zeynep Hanım?” Yüzümü göstermek istemiyordum. Kırmızı gözlerimi görsün
ve bana acısın istemiyordum. Hemen dudaklarıma kısa bir gülümseme kondurarak
kaçamak bir bakış attım gözlerine;
“Evet,
evet iyiyim. Doktor bey odasında mı?” Benim kaçamak cevabıma sıcak bir anlayış
sergileyerek hemen masasına yöneldi;
“Normalde
şimdi randevunuz vardı lakin doktor bey acil bir ameliyata girmesi gerekti.
Ancak çok uzun sürmez ameliyat kendisine ait değil. Sanırım yardımcı olması
gereken bir durum gelişti. Eğer vaktiniz varsa beklemenizi rica ettiler.”
“Evet
vaktim var sıkıntı değil.” Yine o koyu kırmızı dudaklarıyla sıcak bir gülümseme
kondurmuştu yüzüne.
“O
zaman buyrun siz doktor beyin odasına geçin ben size yorgunluk kahvesi
yaptırayım. Kesin nöbetten çıkmışsınızdır. Lina aşağıda mı?”
“Evet
aşağıda tedavisi yapılıyor.” Diyerek Seval Hanımın açtığı kapıdan içeriye
girdim. Ardımdan kapıyı kapatmıştı. Ilk defa bu odaya geliyor gibiydim. Bugün
nedense bana çok farklı bir gün olacak gibi geliyordu. Doktor bey her zaman
görüşmeye çağırmazdı. Zaten her tedavi sonrası doktor beyle bir görüşmemiz
olurdu. Bu yüzden içten içe beni rahatsız eden bir tedirginlik yaşıyordum.
Karşımda
duran devasa beyaz masanın önünde karşılıklı iki çift beyaz koltuk vardı.
Doktor beyin koltuğu da beyazdı. Odanın hemen yanında küçük bir oyun parkı
vardı. Yeşil, mavi, sarı, kırmızı renklerle canlandırılmış çitler ve yine yeşil
küçük bir kulübesi vardı. Odanın diğer yanından muayene odasına geçiyordunuz.
Odada neler olduğunu biliyordum. Masanın dayandığı duvara varyemez amca ve onun
tatlı yeğenleri çimenlik bir alanda yürüyor edasında bir resim çizilmişti.
Muayene masasının yanında ki küçük etejerde oyuncak ayılar duruyordu. “Muayene
aletleri nerede?” demeden edemezdiniz. Öylesine dikkatle kamufile edilmişti
herşey. Ama acı değdi mi tene yakmaz mı? Yakar bir kere.
O
kadar odanın beyazına dalmışım ki kapı açılınca bir anda ürktüm. Hastanenin
kafe çalışanı elinde tepsi ile gelmişti. Bol sütlü bir neskafeyi önüme koydu ve
iyi günler dileyip çıktı.
Tek
başıma içecektim kahvemi, hayatımda yaşadığım her an gibi. Beraberlik duygusunu
çoktan yitirmişti yüreğim. Yerinde kocaman bir boşluk var. Asla dolmasına
yetmeyecek kadar hayal kırıklıklarımla dolu. Oysa hepsi hatalarımın bedeliydi.
Kendim etmiştim ama sadece kendim bulmuyordum. Küçücük kızım günahlarımın
bedeline kefalet olmuş herşeyin bedelini o ödüyordu.
Daha
18 yaşındaydım. Bu sahte şehir İstanbul’ a üniversite kazanıp gelmiştim. Annem,
babam ve biricik oğlan kardeşim Murat, büyük umutlarla beni bu okula
göndermişti. Sarışın derin mavi gözleri olan deli dolu bir kızdım. Güzelliğin
herşeye sahip olduğuna inandığım çağımda zar zor kazanabilmiştim hemşireliği.
Ama annem ve babam ne kadar da çok sevinmişti. Küçük bir sahil kasabasında
yaşıyorduk o zamanlar. Babam marangoz ustasıydı. Babamın ustalığı oldukça
iyiydi. Kasabada da oldukça tanınır ve sevilirdi. O zamanlarda çok lüks
villaların ustalığını yapardı. Eline de iyi para geçerdi. Ne kadar yazları çok
canlı geçen bir yerde büyümüşte olsak babam yetiştirilme tarzıma çok önem
verirdi. Ama ne kadar beni tutabilirdi ki ben macera olarak adlandırdığım bir
çok hataların peşine düşerdim yine. O ise beni nazikçe uyarır kırmamaya
çalışırdı canım babam. Sevgisini benden hiç eksik etmemişti. Saçlarımı şefkatle
okşardı. O yüzden saçlarımı traş ederken hiçte zorlanmamıştım. Zamanla
saçlarımda taşıdığım bu yük ağır gelmeye başlamıştı artık bana. Ama elinde
hissettiğim o ağırlığını, o parmaklarının kalınlığını hala başımda varmış gibi hissederim.
Beni
İstanbul’ a göndermek için otobüse bindirirken babamın başıma kondurduğu busesi,
annemin ise sırtıma sımsıkı bağladığı kolların sıcaklığı son zamanlarda daha
çok hisseder oldum. Otobüs hareket ettiğinde annem, babam ve kardeşim sevinç
gözyaşları döküyordu. Bense kaderimdeki en derin karanlığın yolculuğuna
çıkıyordum.
Tüm
öğrenciler de olmak üzere ben de hayatta herşeyi bildiğimizi sandığımız
şapşallardık. Öğretmenlerin bize yaptığı onca öğüde kulp takar dalga geçerdik.
Bir çok insanı içinde yutmasıyla meşhur olan İstanbul’ a meydan okurduk. Keşke!
Keşke! Hatalarımın bedeli bu kadar ağır olmasaydı da ben de torunlarıma gençlik
yıllarımı; deli bir dalganın kıyaya vurup da durulduğu gibi ninni yapıp
anlatsaydım. Ama hayat insanın yaşına da masumiyetine de bakmıyor. Evrene
hatalı bir adım atmaya gör işte o adım ömrüne attığın bir çelme olabiliyor.
Okul
çıkışı birgün para çekmek için bankaya gitmiştim. O günü hiç unutmuyorum. Banka
o kadar kalabalık olmasına rağmen sadece ön tarafımda oturan bir adam ilgimi
çekmişti. Iri yarı omuzların taşıdığı ince boynunun sol tarafında yaptırmış olduğu
dövmeyi inceliyordum. Sanki bir yaprak, sanki bir yılan, sanki bir saat kolye
anlam veremediğim değişik bir şekle sahipti. Sanki bu dövme herkes tarafından
görünsün diye özellikle kısacık asker traşı yaptırmış bu adamın beni çeken bir
yönü olmuştu. Elindeki kağıda boyna bakıp tıslayıp duruyordu. Zamanla
yanlarımızda oturan insanlar azaldı. Mesainin bitmesine çok az kalmıştı.
Benimse para çekemezsem cüzdanımda hiç param olamayacaktı.
Güvenlik
görevlisi adam, bir kaç sayıyı sesle çağırdıktan sonra;
“Geri
kalan sayıların işi ne yazıkki bugün yapılamayacak. Yarın tekrar gelip tekrar
sıra almanız lazım.” Bir anda bir çok kişi söylenmeye başlamıştı. Gitmemekte
direnenler, mağdur olduklarını dert yananlar… Hepsi bir ağızdan konuşuyordu.
Bense bu curcunanın bitip herkesin dağılmasını bekliyordum. Bu durum ne kadar
uzun sürse de en nihayetinde dağılacaklardı. Önümde ayakta duran bu adam sağına
soluna bakıyor o da ne yapacağı konusunda karar veremiyordu. Önüne arkasına
bakarken bir anda beni farketti.
Kendisinden
emin bir tavırla başını sallayıp göz kırparak;
“Sen
niye bekliyorsun?” dedi. Ben de kendimden çok emin özgüveni yüksek bir kızdım.
Konuşurken asla utanıp sıkılmazdım. Babam beni öyle büyütmemişti çünkü.
Geçiştirir tarzda bir cevap verdim;
“Görevliye
rica edeceğim bakalım.” İnsanlar yavaş yavaş dağılmaya başlayınca güvenlik
görevlisinin yanına yaklaştım;
“Affedersiniz
ben öğrenciyim. Mutlaka para çekmem gerekiyor. Bu konuda bana yardımcı olmaz
mısınız?” Adam bana beklediğimden çok daha soğuk bakmıştı. Istanbul’ da kim
bilir benim gibi kaç öğrenci daha vardı. Bu laflara karnı tok olan adam bıkkın
bir ifade ile ama kırıcı da olmamak adına ;
“Ne
yazıkki yardımcı olamıyoruz. Şikayet olayları ile karşılaşıyoruz. Sıranız
oldukça geride. Torpil yaptığımı düşünürler. Üzgünüm. Ileride ki semtlerde
bankamatiği çalışan şubelerimizi deneyebilirsiniz.” Dedi ama en yakın şube
zaten en az bir saat uzaklıktaydı. Tabi o zamanlar ilk senem olduğu için bir
saatlik yürüme mesafesinin çok uzun olduğunu sanıyordum.
Bankadan
çıkmamla arkamdan “Hey!” diye seslenmesi bir oldu. Arkamı döndüğümde o da
bankanın kapısından benle birlikte daha yeni çıkıyordu.
“Buyrun.”
Dedim.
“Baksana,
kulak misafiri oldum. Öğrencinin parasız kalması hiç iyi değil zamanında bende
bu durumla çok rastlaşırdım. Sonucu pek iyi olmazdı. Istersen ben sana bugün
vereyim. Ama yarın kesinlikle alırım ona gore benim de makbuzları halletmem
gerek.” Demişti. Karşılıksız yapmıyor da bana da güvenemiyormuş gibi yapması
güvenimi kazanmasına sebep olmuştu.
“Peki
sana parayı ya getirmezsem?” dedim. O da çapkın bir gülümseme ile havaya
bakarak eli çenesinde kısa bir düşündükten sonra;
“O
zaman şöyle yapalım; ben seni kaldığın yere kadar götüreyim. Yarın bankaya
gelmezsen ben de senin kapına dayanayım. Ha nasıl fikir?” diyerek bana
gülümsüyordu. Şimdi yüzünü dahil unuttuğum hatırlamakta istemediğim bu adam o
zaman bana ne kadar da çok yakışıklı ve karizmatik gelmişti.
Teklifini
kabul etmiş kaldığım yurda kadar onunla birlikte sohbet ederek yürümüştüm. Orta
gelirli bir ailenin çocuğu olduğunu; Işletme gibi bir bölüm bitirdiğini ama
deneyimi olmadığı için bir şirkette ancak kapıda geceleri güvenlik görevlisi
olarak çalıştığını söylemişti. Sert bir duruşu olmasına rağmen oldukça sıcak kanlı
ve konuşkandı.
Boynundaki
dövmeyi sormuştum. Nasıl bir şekil olduğunu; düş kapanı demişti. Rüyalarında
bazı zamanlar korkulu düşler gördüğünü bu dövmenin de zamanında
Kızılderililerin muska olarak kullandığını söylemişti. Işe yaradığını bana uzun
uzun anlatmıştı. Bana dair neredeyse hiçbir şey sormamış, hareketleriyle
rahatsız etmemişti. Neredeyse boş denebilecek kadar yüzeyel bir konuşma
geçmişti aramızda. Yurda geldiğimde vedalaşmak için elimi bile sıkmaya
yeltenmemişti.
Ertesi
günü iple çekmiştim. Erkenden uyanıp bankanın yolunu tutmuştum. Ama o
gelmemişti. Ne yazıkki telefon numarasını da almayı akıl edememiştim.
Bir
kaç gün sonra yurdun önünde dikilmiş bekliyordu. Bir arkadaşının yerine
çalışması gerektiği için gelemediğini söylemişti. Çok özürdiliyordu. Ama
uzattığım parayı da almak istemiyordu. Bunun sebebi olarak suçlunun kendisi
olduğunu belki ben bilemeyip harcamış olacağımdan belki son paramı ona
veriyordum. Böylesine mantıklar yürüterek parayı geri çevirmeyi başarmıştı.
Sonrasında neden ayrılmamız gerekirken ben duraksamış ve ona karşı kendimi
borçlu hissettiğim için onu kahve içmeye davet etmiştim? Neden ama neden arkamı
dönüp gitmemiştim?
“Eh
madem o zaman sana şu kafede bir kahve ısmarlayayım.” Dediğimde şeytani bir
gülümseme olmuştu yüzünde. Kafeye gitmiş sonra bir kez daha gitmiş sonra bu
görüşmeler gece kulüplerine dönmüştü. Asla feyazan bir hareketi yoktu. Maddi
zorluklarını anlatır bakmakla sorumlu olduğu kardeşini anlatır dururdu. Ben de
anlatırdım; küçük ama huzur dolu yuvamızı.
Gece
eğlencelerine gidiyorduk ama alkol almıyorduk. Içtiğini ama çok rahatsız
ettiğini söylemişti. O zaman neden buralara geliyorduk? Neden ben onunla
oralara gidiyordum? Bir türlü anlayamıyordum. Beni ona çeken neydi? Hiç
bilemedim.
Sabahları
okulda ya da yurtta da güzel süprizleri olmaya başlamıştı. Hani şu genç
kızların hayalini süsleyebilecek pembe düş masalları gibi süprizler.
Görüşmelerimiz daha çok sıklaşmış arkadaş olmaktan çok daha yakın görünüyorduk.
Ama nedense görüşmelerimizi arkadaşlarımla paylaşmamı istemiyordu. Süprizlerle
dolu bir sene geçmiş ikinci sınıfa başlamıştım. Bu sefer daha sık ziyaretlerime
gelir olmuş süprizleri daha büyük olmaya başlamıştı. Bazı zaman balonlarla dolu
bir tekne, bazı zaman pastayla restoranta giren bir dansöz ve en son boğaz
köprüsünde bir yüzükle bu süpriz kendisini göstermişti.
Bugünü
kutlamak için gittiğimiz gece kulübünde bu sefer ikimizde alkol almıştık. O
geceye dair hatırladığım tek şey mide bulantım olmasına rağmen o adamın ısrarla
bana hala içki içiriyor olmasaydı.
Sabah
uyandığımda bir otel odasında gözlerimi açtım. Yanımda boylu boyunca uzanmış
kaygısızca uyuyordu. Nasıl da bir anda bu duruma kadar gelmiştim. Nasıl böyle
bir hata yapmıştım. Kendimi suçlayıp duruyor ağlayıp duruyordum. Uyanıp,
ağladığım sıra banyoya yanıma gelip beni teselli ediyordu. Onunda alkolün
tesiri altında olduğunu ama mutlaka benimle evleneceğini söyleyip duruyordu.
Ne
evlenmek ne de birine bağlı yaşamak istiyordum. Daha 19 yaşındaydım. Büyük bir
hata yapmıştım. Hem de çok büyük bir hata yapmıştım. Ama kimseye bu durumu
paylaşamazdım. Keşke! Ama keşke yakın hissettiğim bir öğretmenime yaşadıklarımı
anlatsaydım. Ama ben korkularımı saklayarak hatalarımı saklayabileceğimi
sanmıştım. Hatam saklansa da doğurduğu sonuçlar ne kadar saklanabilirdi.
Ardından getireceği olaylar ben de ne kadar çok yaralar açacaktı. Bunların
hiçbirini hesap etmeden yaşamıştım gençliğimi. Ve daha hayatımın baharında kara
kışları yağdırmıştım ömrüme. Belki bir daha bahar gelmeyecekti bize. Hayat
değil ben acımasız davranmıştım kendime.
Hamile
olduğumu çok erken öğrenmiştim. Ağlıyordum. Çünkü bu sefer bir cana kıymak ya
da onunla hayata göğüs germek arasında seçim yapmak zorunda kalmıştım. Bazen
hataların sonuçları ardı arkası kesilmiyordu. Bense daha çok hata yapıyordum.
Attığım her adım verdiğim her karar beni yanlış yollara sürüklüyor daha kötü
sonuçlara yelken açıyordu. Lanetlenmiş gibiydim. Bu ne zaman son bulacak diye
beklediğim böyle olması için dua ettiğim o kadar çok zaman oldu ki? Yaptığım
hataların sorumluluklarını yüklenmeyi de öğrenecektim en nihayetinde.
İlk
ona söylemiştim hamile olduğumu. Benden tahlil sonucumu istemişti. Çok
şaşırmıştım. Bana güvenmiyor muydu? Kimse bulmasın diye yanımda taşıdığım hatta
çantamın en dip köşesine sakladığım kan tahlili sonucumu çantamdan çıkarıp ona gösterdiğim
de gözleri yuvalarından çıkacak gibi olmuştu. Seven adam sevdiği kadından bebek
sahibi olacağını öğrense sevinmez miydi? En azından hayallerimde seven erkeğin
sevinmesi gerektiğine inanırdım. Ama o sevinmemişti. Oturduğumuz masaya
dayadığım kollarımı elleriyle sıkıca tuttu;
“Aldırmalısın
bu bebeği daha vakti var.” demişti. Kulaklarıma inanamıyordum.
“Ne!”
diyebildim.
“Ben
sana parasını veririm. Sen bir arkadaşınla özel bir doktorda halledebilirsin.”
Belki daha fazla konuşuyor ama ben gerisini duyamıyordum. Söylediklerinden
ötürü gözlerim dönmüş, başıma büyük bir yük yayılmış ve midem ayağa kalkmıştı
aniden olduğum yere olanca kusmuştum. Hem ağlıyordum hem kusuyordum. Beni
kolumdan tutmuş yardım için gelen garsona yüklü bir miktar para bırakıp dışarı
çıkarmıştı. Beni tuttuğu gibi arabasına oturttu. Daha söyleyecek çok sözüm
vardı. Diyecek, konuşulacak çok şey vardı. Ama fizyolojim buna bir türlü izin
vermiyordu. Öğürmekten ve ağlamaktan başka birşey yapamıyordum. Arabayı nereye
sürüyor onu bile görmüyordum.
Arabasını
hızla bir kenara çekmiş, arabadan inmiş ve çok geçmeden yine arabaya gelip
şoför koltuğuna oturmuştu. Kucağıma küçük bir poşet bıraktı. Ne olduğunu
anlamak için içine baktığımda içi para doluydu. O ise çoktan arabayı sürmeye
başlamıştı. Hem konuşuyor hem de arabayı sürüyordu. Uzun bir süre arabayı
sürdü.
“Bak
daha gençsin şimdi bu parayı kime versen hiçbir doktor seni geri çevirmez.” Zar
zor sözlerinin arasına girebilmiş ve ağzımı tutarak konuşabilmiştim.
“Sen
neler söylüyorsun. Ben nasıl bir cana kıyarım. Benimle evlenebileceğini
söylemiştin. Tamam ben anlıyorum o zaman ben de evlenmek istemiyordum. Bir
anlık basit bir hata için tüm ömrümüzü bağlamak zorunda değildik. Ama şimdi çok
farklı. Bir bebek var ortada.”
“Evet
yasaların ve tıbbın makul gördüğü seviyede ve bu bebeği hayata getirmek zorunda
değiliz. Bak herşeye yeniden başlarsın. Daha ikinci sınıftasın derslerin var. Sen
daha küçüksün anlamıyorsun. Bebek bakmanın ne olduğunu bilmiyorsun bile. Çocuk
oyuncağı sanıyorsun. Bak şimdi şu hastaneye git ve herşeyi sıfırla. Tekrar
sıfırdan başla anladın mı? Hiç olmamış gibi.”
“Sen
neler saçmalıyorsun? Hiç olmamış gibi hiç yaşanmamış gibi mi sayayım?”
“Kızım
hangi devirde yaşıyorsun sen bir kere yattık kalktık diye dünyamızı mı
yıkacağız? Kim kaldı bu devirde ya böyle? Asıl sen saçmalıyorsun. Geri
kafalının tekiymişsin de bunu ben görememişim. Bunu dışardaki kadınlara
anlatsam seninle dalga geçerler.”
Duyduklarıma
inanamıyordum. Evet daha ikinci sınıftaydım ve hemşireliğin bana öğrettiği -her
canın yaşamaya hakkı olduğuydu-. Hem de bunu belki defalarca söylemişlerdi,
belki her ders belki her an beynimize işlenmişti. Belki bu yüzden hemşire bir
cana kıyamazdı ve çok nadir de olsa böyle bir şey yapmışsa zaten o normal biri
değildi. Aklı yerinde olan sağlıklı düşünen bir insan asla böyle bir şey
yapmazdı. Ve belki de hayatımda aldığım en doğru kararı almıştım kızımı dünyaya
getirmekle. Sonucu her ne kadar ağır gelmiş olsa da yaşadığımız onca
sıkıntılara yoksulluklara rağmen biricik Lina’ m iyiki dünyama gelmişti.
Zaten
diğer türlü bir yaşantıyı da düşünemezdim. Yine hatalarımın sonucunu ona
yükleyecek yaşama hakkını elinden alacaktım. Dahası bunun vicdanı ile bir ömür
yaşayacaktım. Ölü gibi yaşamaktan ne farkım kalırdı ki?
“Hayır
bebeği aldırmayacağım. Senin demen gereken evlenelim olmalıydı. Bunun için
gereken her yasal yola da başvuracağım. Ister geri kafalı de ister aptal de.
Umrumda değil.”
“Sakın
böyle bir şey yapma anladın mı? Yaşatmam seni!” demişti ve gerçekten gözleri
dönmüştü. Öylesine farklı bir adam haline bürünmüştü ki daha once tanıdığım
adamdan yüzünde zerre kalmamıştı. Hatta söylediklerinde ciddi bile olabilirdi.
Öyle ya tanımıyordum bile adamı. Sadece bana gösterdiği profili kadar
biliyordum. Asla daha fazla tanımama izin vermemişti. Nasıl böylesine bir adama
aşık olabilmiştim? Dahası o kadar çok seviyor görünüyordu ki? Beni ve kendi
bebeğini gözden çıkarabilecek kadar neden bir insanın gözü dönerdi bir türlü
anlayamıyordum. Onunla daha fazla zorlamamaya karar vermiştim. Içim bir cız
etmişti. Bana ve bebeğime herşey yapabilirdi. En azından bunu görebiliyordum.
Arabadan
aşağıya indim. Arkamdan geldi. Israrla elindeki poşeti bana vermeye çalışıyor
daha vaktimin olduğunu düşünmem için yeterli zamanım olduğunu söylüyordu. Bense
inanılmaz bir duygu ile bebeğimi dünyaya getirmek istiyordum.
Böyle
günler geçmeye başladı. Birkaç kez daha okul çıkışlarına geliyor sürekli beni
sorguluyordu. En sonunda bir çaresine baktım diyebilmiştim inanmasını umut
ederek. Belki inanmıştı belki inanmamıştı ama o gün söylediklerimden dolayı
rahatlamış ve bana bir şey açıklamaya geldiğini söylemişti;
“Bak
Zeynep, böylesi bir karar daha doğru oldu emin olabilirsin. Biz senle asla
olamazdık. Evet gerçekten dünyalar kadar güzel bir kızsın. Hiçbir şekilde
kusurun yok. Ömrümü versem böylesine bir kadını kaybetmeyi asla istemezdim.
Hala başımı döndürüyorsun.”
O
kadar çok saçmalıyordu ki ondan daha çok nefret eder olmuştum. Bu cümlenin
sonunda beraberliğimize devam edelim dese şaşırmazdım artık. Böylesine basit
böylesine karaktersiz bir adamdı. Resmen benimle gönül eğlendirmek istiyordu.
Işi bitince kenara atabilecek peşine düşmek için sebepleri olmayan bir ilişki
istiyor gibiydi. Böylesine deli saçması bir teklifi kim yapabilirdi?” Aman
Allahım bu kadar mı salaktım bu kadar mı aptaldım bu adamın evli olabileceğini
nasıl düşünemezdim.
“Bak
bir an insan alıştıklarından vazgeçemiyor. Gerçekten seninle beraber olmayı
istiyorum. Ama bilmen gereken bir şey var; ben evliyim ve bir çocuğum var. Eğer
bunları kabul ederek benimle birlikteliğini sürdürürsen okulu maddi olarak daha
rahat bitirmeni sağlarım hatta mezun olduğunda sana bir iş imkanı bile
sağlarım.” Diyordu. Şok olmuştum. Ne düşüneceğimi hangi duruma üzüleceğimi bile
bilemez olmuştum.
Çeketimin
cebinden karnımı sıkıca tutuyor bebeğimin geleceğinin nasıl olabileceğini
tahmin etmeye çalışıyordum. Evli bir adamın metresi olarak senemi geçirmiştim.
Bu kadar güzelliğe sahipken yama gibi kullanılmıştım ama bunları görmüyordum
bile. Onu o gün son görüşüm oldu. Yanından gözlerimden yaş değil kan sızarak
sessizce ayrıldım. Ne suratına bir tokat atabildim ne de tükürebilmiştim.
Herşeyin en baştaki hatalısı bendim, aklını kullanmayan, tanımadığı adama
güvenen, ardını arkasını soruşturmayan ve başı buyruk olan kimseye akıl
danışmadan hareket eden bendim.
Şimdiden
sonra ben ve bebeğim vardık. Kesin kararlıydım ailemi bile kaybetmek uğruna
hatamın bedelini kızıma ödetmeyecektim. Onu dünyaya getirecek kendi imkanlarımla
onu büyütecektim. En azından özel bir hastaneye girer çalışır ona da bir bakıcı
tutardım. Ömür dediğin ne ki çabuk geçerdi sonra büyürdü genç bir kız olurdu.
Hayatı birlikte göğüslerdik. Ve yemin etmiştim bir daha asla hata yapmayacaktım.
İlk
başta gebeliğimi hiçkimseye söylememiştim. Ama ne kadar saklayabilirdim ki? Ilk
başta kilo alıyorum sanmıştı arkadaşlarım sonra zamanla karnım şişmeye başladı.
Havalar bahara dönüyordu ama üzerimden çeket bir türlü çıkmıyordu. Banyolara
geceleri giriyordum. Eskiden odada rahatça giyinirken sabahları okul hazırlığı
için artık banyo kabinine gitmeye başlamıştım. Ikinci sınıf böyle geçiyordu ve
bitmek üzereydi. Ama bir öğretmenim vardı ki hiç de diğerleri gibi dikkatsiz
değildi. Beni görüşmek için odasına çağırdı o da çok genç, güzel ve zarif bir
bayandı. Daha henüz evli bile değildi. Belki bu yüzden nasıl aptallıklar
yapabileceğimizi görebilecek kadar da kuşağımıza yakındı.
“Geç
otur Zeynep.” Oturmuştum. Nedense artık daha ezik bir duruşum vardı eskisine
nazaran. Daha az konuşuyor daha geride duruyordum artık.
“Zeynep…
Sen hamile misin?” sesi bir anne gibi şefkat doluydu. Bana öylesine güzel
seslenmişti ki gözlerimden pıtır pıtır yaşlar dökülüvermişti. Oysa çok
güçlüydüm, kararlıydım yalnız da olsam bununla başedebilirdim. Ama yumuşak
kalbe dokunan bir ses duyunca başımı yaslayacak tarafın ne kadar da boş
olduğunu anlamıştım. Daha cevap verememiştim ama o cevabı bekleyemeyecek kadar
sabırsız ama bir o kadar yumuşak konuşuyordu. Sanki karşısında kanadı kırılmış
yavru bir serçe var da sesimle ürkütmeyeyim der gibi narin narin çıkıyordu
sözcükler dudaklarından.
“Zeynep
ne yaptın sen? Ne olur herşeyi bana baştan anlat yardım etmek istiyorum sana.
Sistemden baktım evlenmemişsin. Her öğrenci de olduğu gibi seni uzun zamandır
izliyorum görüştüğün biri de yok belli. Bak söyle bana korkma istemediğin bir
olayla mı karşılaştın? Seni tehdit mi ettiler?” Sessizce yaşlar gözlerimden
dökülürken cevap veremeyeceğim için sadece başımı “hayır” şeklinde
sallayabilmiştim. Oturduğu yerden ayağa kalktı ve bana doğru geliyordu. O sıra
kapı çalıp içeriye bir öğrenci girmek için izin istemişti. Sanki beni görmesini
engellercesine öğrencinin önüne geçmiş ve çok önemli bir görüşmesi olduğunu
söyleyip öğrenciyi göndermişti. Ardından biraz baktıktan sonra bilmiyorum belki
dışarıda başka onu rahatsız edebilecek biri var mı diye baktıktan sonra kapıyı
kitlemişti.
Yanıma
geldi ve kendime sıkıca bağladığım ellerimi zorla benden ayırarak ellerinin
arasına aldı;
“Zeynep
bu bebeğin babası kim? Inan bana şurada tanıdığım kim varsa toplanır ensesine
çökeriz. Seni bu şekilde ortada bırakmamalı.”
“Evliymiş
hocam.” Diyebildim. Bu sefer hıçkırıklarıma engel olamıyordum.
“Aman
Allah’ ım alçak herif. Peki sen anlayamadın mı?”
“Söylemedi.
Benle gerçekten ciddi görüştüğünü sanıyordum.”
“Ama
sen akıllı bir kızsın evet herkesle görüşebilirsiniz ama bu seviyeye kadar
nasıl geldi? Benim tanıdığım Zeynep buna izin verebilecek bir karakter değil.”
Ona
kulüpte alkol aldığımız geceyi anlattığım da öğretmenim ısrarla bunda onun bir
parmağı olduğunu isterse bir insan on bardak alkol alsın bilinci tamamen
gitmeyeceğini söylüyordu. Oysa ben zerre kadar birşey hatırlamıyordum.
“Zeynep
canım benim bu adam çok ağır bir suç işlemiş. Belli ki sana uyku ilacı içirmiş.
Bu senin iradenle gelişen bir olay olmadığı gibi rızan olmadan işlenmiş bir
suç. Polise gitmeliyiz.”
“Gidemeyiz
hocam ne olur yapmayın, bitirir beni, daha kim olduğunu bile bilmiyorum.” O
kadar çok korkuyordum ki öğretmen öylece bana bakıyordu.
“Eh
yavrum madem sana evli olduğunu açıkladı, neden bu bebeği aldırmadın? Tek
başına nasıl bakacaksın bu bebeğe? Sen daha öğrencisin.”
“Bakacağım
hocam, kendi hatalarım yüzünden onu canından edemezdim. O benim bebeğim.
Birlikte üstesinden gelebiliriz.”
Sonra
günler birbirini kovaladı. Öğretmenimin vesilesiyle tüm sınıf biliyordu. Kimse
üzerime gelmiyordu. Kimse kınamıyor dalga geçmiyordu. Bu konu üzerine okulda
bir sessizlik hakimdi. Artık herkes benim bu göbekli halime alışmıştı.
Hamileliğimi saklamaz zorunda olmadığım için daha bir huzurluydum. Okul
kapanmak üzereydi. Tatilde birçok kişi gidecekti. Bense yaz stajımı hem
İstanbul’ da yapacak hem de doğumumu bekleyecektim. Doğumum okul açıldıktan
sonraki bir tarihi gösteriyordu. Hemen herkes gelmezdi. Belki doğumu yalnız
başıma yapacaktım. Yanımda arkadaşım olmayabilirdi. Ama yapacak başka bir
alternatifim yoktu.
Okulların
son günleriydi. Sıcaklar kendisini göstermiş herkeste bir bayram havası vardı.
Sıcakların yoğunlaştığı bugünlerde denizin nemi de kendini gösteriyordu artık.
Martılar daha çok ses çıkarıyordu. O günü asla unutamam. Bahar yağmurları
çoktan bitmiş yerini güneşe bırakmıştı. Hava hiç oladığı kadar güzel gökyüzü
hiç olmadığı kadar maviydi. Parklarda laleler açmış ağaçlar yaprak döker gibi
çiçeklerini saçıyordu etrafa. Son sınavlarımız yeni bitmişti. Istanbul’ u
gezmek için bundan daha güzel birgün olamazdı. Dersten çıkmış senenin acısını
çıkarmak için yola koyulmuştuk. Tam kampüsten yeni çıkmıştık ki annem, babam ve
biricik kardeşim oldukları yerde kalakalmış bana büyümüş gözlerle bakıyorlardı.
Gözlerinden
ne hissettikleri çok net görülebiliyordu. Sanki içlerini okuyordum. Inanmak
istemiyorlar, beni başka birine benzettiklerini umuyorlardı. Babamın kucağında
tuttuğu hediye paketi biranda yere düştü. Bense onları gördüğüm an olduğum
yerde kalakalmıştım. Babamın yüzü acı çeker gibiydi. Annem korku dolu gözlerle
bakıyordu. Kardeşim Murat ise acıyarak bakıyordu.
Babam
sol yanını yumruğunun içine alarak ardını dönüp gitmeye başladı. Annemse onun
kolunu tutup bir şeyler söylüyordu. Hemen Murat’ a doğru yürüdüm. Babam Murat’ı
sert bir sesle yanına çağırdı. Murat gözleri yaşla dolmuş bana son bir bakış
göndererek ardını dönüp o da oradan uzaklaşmıştı. Nedense arkalarından
gidememiştim. Hiçbir şey söyleyememiştim onlara. Ne diyecektim ki; baba dur ben
evleneceğim, baba dur ben aldatıldım, baba dur ben çok aptalım. Ne desem de
durumu değiştirir miydi? O zaten öğreneceğini öğrenmiş ve benle ilgi kararını verdiğini
çok net bir şekilde göstermişti. Arkalarından öylece bakıyordum. Arkadaşlarım
ise benim ardımdan bakıyordu. Çok sevdiğim Yasemin, benim arkalarından
gitmeyeceğimi anladığı vakit; fırlayarak yanlarına koşmuş babamın önüne
geçmişti. Ona hareretli hareretli başımdan geçenleri anlatıyordu. Belki de bana
merhamet etmeleri için ona yalvarıyordu. Bu manzara benim canımı daha çok
yakmıştı. Acınacak durumdaydım öyle mi?
Ailemin
yoluna devam ettiğini ve Yasemin’ in boynu bükük yıkılmış bedenini görünce
“benim kızım yok artık.” Dediğini çok iyi anlamıştım. Artık yapayalnız
kalmıştım. Bu yolda tek başımaydım. Ama umutlarım hala büyük hala güçlüydüm.
3.
sınıfa yeni başlamıştık ve ilk iki hafta yoklamalar çok düzenli alınmadığı için
birçok kişi gelmezdi. Birkaç arkadaşım gelmeme hakları olmasına rağmen yine de
doğumda yalnız kalmamam için erkenden çıkıp gelmişlerdi. Beklenen gün gelmiş ve
bir sabah sancılarım başlamıştı. Beni en yakın kadın doğum hastanesine
götürmüşlerdi. Hayatımda hiçbir şey yolunda gitmediği için çok sıkıntılı bir
doğum beklerken hiç beklemediğim bir anda doğumum çok kolay geçmiş bana teselli
olmuştu. Kızım kucağıma verildiği an herşeyin yoluna gireceğine dair bir umut
ışığı doğmuştu sanki yüzüme.
Hayat
artık daha çetrefilli geçmeye başlamıştı. Geceleri huzursuz olan bir bebek,
yurtta onu uyutmak için çabalayan oda arkadaşlarım, nöbetçi olan memurun
sürekli bizi uyarması, sabahları yer yer arkadaşlarımın dersi asıp Lina’ ya
bakması, benim dersleri sürekli ekmem… Ama bir türlü sene geçmiyordu.
Lina’ nın düzenli bir bakıcısı
olmaması ve konakladığım yerin yurt olması gerçekten beni zorluyordu. Bazı
zamanlar yurtta yaşayan diğer arkadaşlar Lina’ yı şikayet ediyordu. Sürekli uyuyamadıklarını
ve bebeğin yurtta olmasının yasak olduğunu eğer yurttan çıkmazsam gerekirse
başka kanallara şikayet edecekleri konusunda memurları tehdit ediyorlardı.
Memurlarımız zor durumda kalıyordu.
Once arkadaşlarımla bir ev baktık.
Ama eve çıkmam kızımla beni daha çok çıkmaza sürükleyecekti. Yurtta kendimi çok
daha güvende hissediyordum. Yurdumuz sadece hemşire bölümüne ait, küçük bahçesi
olan, kampüse yürüme mesafi kadar yakın olan bir yerdi. Buradan çıkmamalıydım.
Bu fikrimi arkadaşlarıma paylaşınca bana destek olan öğretmenime gitmişlerdi.
Her ne olduysa ondan sonrasında şikayetçi olan arkadaşlar şikayetçi olmadıklarını
bildirmişti. Zaten gece yarısı uyumayan gürültü yapan çok olurdu. Hatta Yasemin
bir keresinde koridorda bağırmıştı “Gece yarılarına kadar avazınız çıktığı
kadar bağırıp koşuşturursunuz şuncağız masum bebeğin miyaklası mı battı size”.
Canım arkadaşlarım bebeğimin üzerinde herbirinin o kadar çok hakkı geçmişti ki.
Memurlar rahatlayınca sabahları Lina’ yı elimizden almışlardı. Artık biz
okuldayken kantin, temizlik ve tüm yurt görevlileri kendileri arasında iş
paylaşımı yaparak kızıma bakıyorlardı.
Geceleri ise arkadaşlarımla birlikte
biz bakıyorduk. O kadar huzur içinde dolmuştum ki? Ailemden çok arkadaşlarım ve
bunca el diye adlandırılmış ama kan bağından öte olan bu insanlar bize sahip
çıkmıştı. Ben huzura ermiş olsam da Lina’ nın gece huzursuzluğu bir türlü
bitmiyordu. Çok sık ateşleniyor çok sık hasta oluyordu. Arkadaşlarıma karşı çok
mahcup oluyordum. Ertesi günler ders olduğu kadar sınav dönemleri de oluyor
yeri geliyor staj günümüz oluyor ve her defasında arkadaşlarım enkazdan çıkmış
gibi güne başlıyorlardı. Onlara karşı çok mahcup oluyordum. Onlarsa bana
sürekli takılıyor; gerçek hemşireliğe hazırlandıklarını zaten hayatları boyunca
gece ayakta olacaklarını söylerek beni teselli etmeye çalışıyorlardı.
Yurtta sığıntı gibi yaşamadığımıza
artık çok seviniyordum. Bana destek çıkan bu insanların arasında yüküm biraz
daha hafiflemişti. Herşey tam yoluna giriyor derken bankaya gittiğim bir gün
yine hayal kırıklığı ile karşılaşmıştım. Babam bana para göndermeyi bırakmıştı.
Elimde sadece bir bursum kalmıştı.
Bu miktar bana yetmiyordu. Yer yer
arkadaşlarım kendilerinden kısıp bez mama alıyorlardı. Çalışmaya başlayabilirim
diye düşünmüştüm. Bunun peşine düşünce yine öğretmenim yetişmişti bana ve
evinin gündelik işlerini yapmak için birini aradığını ama herkese
güvenemediğini söylemişti. Okuldan çıkınca kızımla birlikte onun evinde işe
başlamıştım. Haftanın üç günü okuldan üçte çıkıyordum. Diğer günler stajımız
vardı. Haftanın o üç günü öğretmenim eve gelene kadar hızla çalışıyor tüm
işlerini yetiştirmeye çalışıyordum. Hatta akşam yemeğini bile yetiştirebiliyordum.
Hoş bazen Lina kucağımda bile oluyordu yemek hazırlarken ama büyük keyif
alıyordum. Temizlik işlerini yaparken ona televizyonu açıyordum. Çizgi film onu
biraz olsun oyalıyordu. Mükemmel bir anne olmadığım doğru ve kızımı hiç de
profesyonel yetiştirmiyordum. Ama yine de kızımla birlikte mutluydum. Iyi ki
anne olmuştum. Lina’ yı çok seviyordum.
Öğretmenim eve geldiğinde asla beni
yemek yemeden göndermezdi. Birlikte bazen sohbet ederdik. Anlaştığımız paranın
çok daha fazlasını veriyordu bana. Aslında bu iş olayının bana hayır yapabilmek
için bir yol olduğunu anlayabiliyordum. Ama ben de aldığım paranın hakkını
vermeye çalışıyordum. Herşeye rağmen bana yardım eden herkese karşı mahcuptum.
Bu şekilde okulu bitirmiştim en
nihayetinde. Bundan sonraki mesele nereye gideceğimdi. Kendi memleketime geri
dönemezdim. Ara ara görüştüğüm çocukluk arkadaşımdan haberlerini almıştım.
Murat’ ın eğitimi için annemle babam Amerika’ ya gitmişlerdi. Benim yüzümden
onların da düzeni bozulmuştu. Tek bildiğim şehir İstanbul’ da kalmaya karar
verdim.
Bir devlet hastanesine atanana kadar
kısa süreliğine bir özel hastaneye işe başlamıştım. Kendimce küçük bir daireye
kiraya girmiş aynı apartmanda oturan komşu bir teyzeyle Lina’ ya bakması için
anlaşmıştık. Çok kısa bir süre sonra aynı mevkilerde bir devlet hastanesine
hemşire olarak atanmıştım. Bir süre daha aynı evde ve aynı bakıcı teyzemizle
devam ettik.
Daha sonrasında hayatıma en yakın
dostum olacak Hayat girmişti. Kendi oturdukları apartamanın karşı dairesi
boşalmıştı. Hayat annesi ile birlikte yaşıyordu. ikimiz aynı hastanede farklı
servislerde çalışıyorduk. Durumumu tek bilen Hayattı. Onların karşısına
taşınmamı çok istiyordu. Ben de öyle yaptım ve kızıma Hayat’ ın annesi Fatma
Abla bakmaya başlamıştı.
Hayat adı gibi deli dolu bir kızdı.
Sürekli tarzını değiştirirdi. En son koyu kumral saçlarına mor omre attırmaya
karar vermişti. Kulağına sürekli zincirli küpeler takardı. Sağ kaşında da
küçücük bir piercing vardı. Annesi izin verse heryerini deldirecekti ama annesi
sadece kaşına izin vermişti. Doğrusunu da yapmıştı. Artık hayata Fatma Ablanın
gözlerinden bakıyordum. Hayatta bana bu sebepten çok takılıyordu “sen artık
nine olmuşsun” diye.
Fatma Abla ise tam bir ton ton
ablaydı. Kalbinin nuru yüzüne yansımıştı. Hayat’ ın güzelliği annesinden
gelmişti belli oluyordu. Babaları emekliydi. Kendi memleketlerinde yaşıyordu.
Zaman zaman Hayat’ ın ablasının çocukları ile ilgileniyordu. Istanbul’ u
sevmediği için buralara çok gelmiyordu. Bana gerçek bir kızları gibi sahip
çıkmışlardı. Fatma Abla gece gündüz bebeğimle daha rahat ilgilenebiliyordu.
Hatta nöbetten çıktığımda zorla benim dinlenmemi bile sağlıyordu. Lina’ ya
gerçek bir torunu gibi sahip çıkıyordu.
Lina’ nın normal bir rahatsızlığı
olmadığını da Fatma Abla anlamıştı. Kendim de artık hastanede yer ettiğim için
Lina’ nın durumunu doktorlara daha rahat danışabiliyordum. Ayrıntılı tahlil
yapılmış ve en son bu araştırma hastanesine sevk edilmişti. Kızıma Kağan Bey
lösemi tanısı koyduğunda Lİna’ m üç yaşındaydı. Yıkılmıştım.
Doktor bana Lina’ nın kanser
olduğunu söylediğinde çok cetin kışlarla dolu olan bu hayatımızı tekrar
gözlerimin önünden geçirmiştim. Benim için çok zor olmuştu. Tam hayatımız
düzene girdi derken onu kaybedebileceğimi düşünmek beni yerle bir etmişti. Oysa
artık yavaş yavaş onu kreşe başlatacaktım. Oyun arkadaşları olacak ve sonra okula
başlayacaktı. Derslerinde çok başarı olacaktı. O benden çok daha akıllı olacak
ve benim yaptığım hataları yapmayacaktı. Çünkü ben onunla arkadaş olacaktım ve
her yaptığım hatamı ona anlatacak hayata karşı uyanık olmasını sağlayacaktım.
Her merak ettiği yaşamı birlikte deneyecek ve görecektik. Beraber isterse dövme
yaptıracaktık, isterse ilk alkolümüzü birlikte alacaktık. Asla merak ettiği
hayatı yaşamak için kötü niyetli arkadaşları araç olmayacaktı benim kızım için.
Büyüyecek üniversiteyi en iyi puan ile kazanacak ve mezuniyetini
yapabileceğimiz en büyük çılgınlıklarla kutlayacaktık.
Şimdi ise yapabileceğimiz en büyük
çılgınlık saçlarımızı birlikte kazımak olmuştu. Banyoda birlikte gülüşerek
aynada kendimize bakarken onun hasta olduğunu ona daha henüz söyleyememiştim.
Masmavi gözleriyle bana umut dolu bakıyordu.
O gün saçlarımızın şerefine Lina’ ı
bir alışveriş merkezindeki oyun alanına götürmüştüm. O günü hiç unutmuyorum.
Içimde cehennemi yaşadığım o anda Lina, mavi gözlerimizi daha belirgin yapmak
için saçlarımızı kazıttığımızı sandığından dalgalarda yüzdüğünü söyleyip
duruyordu. Birisi gelip de “sen hasta mısın” şeklinde bir soru yöneltir diye
ödüm kopuyordu. En dara düştüğüm anlar kader bana küçük teselliler gönderiyordu.
Sanki yaşama arzumu kaybetmememi istermiş gibi.
Bir anda önümüze atılan ince sakallı
bir ressam;
“Muhteşem!” “Muhteşem, küçük kız
annen ile muhteşem gözleriniz var. ikiniz harikalar sergiliyorsunuz.” Bana
bakıp “İzin verirseniz yağlı çalışmamla resminizi yapmak isterim.” Demişti.
Gülümsedim ve Lina’ a dönerek;
“Gördün mü bak anneciğim ressam abi
gözlerimize bayılmış. Hadi gel bizim resmimizi çizsin.” Dedim. Ne kadar bir
fiyat biçeceğini bilmiyordum. Içten içe çok pahalı bir fiyat istemesinden
korkarak bize hazırladığı tabureye once kızımı oturtmuş ardından da kendim
oturmuştum.
Orta yaşlarda olmasına rağmen
sakallarına yer yer ak düşmüş olan bu ressam, gözlerini kısmış bize bakıyordu.
“Yok. Böyle olmadı.” Dedi ve yanımıza gelerek Lina’ nın taburesini çok az
yükseltip benim sağ tarafıma yanaştırdı. Hakim yaka çeketimin yüzümü
kapladığını düşünüyordum. Benim siyah spor hakim yaka bir çeketim vardı ve yeni
dışarıdan geldiğimiz için sonuna kadar fermuarı çekili duruyordu. Düğmeleme
için ayrıca yapılan diğer yakası hafif öne düşüyordu. Kızımın ise koyu lacivert
kabanı vardı. Onun da yakası tamamen boynunu kapatıyordu. Aslında kızıma bu
kabanı almamın sebebi üzerine aksesuar olsun diye serpiştirilmiş beyaz
çiçekleriydi. Ve koyu lacivert rengi bu kabanı giydiğinde gözleri o kadar güzel
durmuştu ki. Açık kumral saçları omzuna döküldüğünde çiçek bahçesi gibi
oluvermişti kızım. Şimdi saçları yoktu. Ama yine de üzerinde güzel
duruyordu.
“Çeketimi çıkarayım isterseniz.”
Demiştim.
“Yo yo ikinizinde çeketi ayrı bir
hava katıyor.” Diyerek benim sağ kolumu kaldırıp Lina’ nın sağ omzundan elimle
tutmamı sağlamıştı. Lina’ nın dik durmasını istemişti benim de dik durmamı ama
hafif başımı sağa kırmıştı. Sevinçle “İşte bu!” Dedi.
Uzun bir süre o şekilde bekliyorduk.
Etraftan geçen insanların çoğu durmuş ressamın çizimini izliyordu. Herhalde
yanımızdan geçipte durmayan yoktur. Herkesin şaşırarak baktığı, gülüştüğü şey
bizdik ama neyimize şaşırıyorlar doğrusu tahmin edemiyordum. Lina beklediğimden
çok daha iyi sabretmişti. O da sakince istifini bozmadan bekliyordu. Ressam ise
sanki bir jet gibi ellerini çalıştırıyor sanki etrafındaki insanlara küçük bir
gösteri sunuyordu. En nihayetinde bitmiş ve eliyle bizi yanına çağırmıştı.
Etrafında doluşan insanlar bize yer açmak için geriye çıkmışlardı. Kızımla
ikimiz de heyecanla tablonun başına gittik. Gerçekten harika bir çizimdi. Ancak
bu kadar kusursuz yapılabilirdi.
Ressam etrafındakilere seslendi:
“Hanımefendi küçüklüğünü elinde
tutuyor sanki öyle değil mi millet!” dedi. Herkes alkışlarla ressamın dediğini
tasdiklemişti. Gözlerim dolmuş tüm yaşantım, tüm duygularım bir tabloya
sığdırılmış ve bir cümlede anlatılıvermişti. Gözyaşlarımın düşmesine hakim
olamıyordum. O kadar insanın arasında ağlamayı asla istememiştim ama bu halime
engel olamıyordum. Iki elimle gözlerimdeki yaşı silmiş ve gülümseyerek ressamı
alkışlamıştım. Bu sefer herkes benle birlikte alkışlamış ve ardından
dağılmıştı. Lina ressamın yardımcısının yanına gitmiş ona masadaki resimlerle
ilgili bir şey soruyordu. Ressam bu boşluğu fırsat bilerek;
“Kızınız hasta öyle değil mi?” dedi.
Kızımı izlerken umutsuz bir yüz ifadesi ile başımı sallamıştım. Çizdiği tabloda
elini gezdirerek;
“Çok güzel bir kızınız var. Allah
size bağışlasın. Ikinizin de sahip olduğu yüz yan yana durduğunda yaşamı çok
güzel anlatıyor.” Demişti. Ressam eliyle beni göstermiş sonra parmaklarını
süründürerek Lina’ nın yüzünde tutmuştu. “Sana bakıyorsun sonra kızına
bakıyorsun ve geçmiş zaman akla geliyor. Çocukluk yılları.” Sonra Lina’ nın
yüzünden elini benim yüzüme götürmüştü:
“Kızına bakıyorsun ve sonra sana
bakıyorsun. Bu kızın gelecekte nasıl bir kadın olacağını görüyorsun. Bu resimde
hayat var hanımefendi ben ölüm göremiyorum.” Gözyaşlarım umman olmuş sel sel
akıyordu. Boğuk bir sesle:
“Verdiğiniz umut için çok teşekkür
ederim beyefendi. Acı haberimizi öğreneli daha çok yeni oldu. Dilerim sizin
dediğiniz gibi olur ve Rabbim kızımı bana bağışlar” demiştim. Ressam tabloyu
bana yani Lina’ ya hediye etmişti. Hatıra olsun ve önemlisi de umut ışığımız
olsun demişti. Ona her baktıkça mücadele etmekten vazgeçmeyin demişti. Şimdi o
tablo salonumuzun en baş köşesinde duvarda asılı duruyor.
Bu umutla iki senedir yaşıyorum.
Şimdi Lina beş yaşında tedavisi devam ediyor. Bizi kim bilir daha neler
bekliyor? Bugün Kağan Bey beni çağırmışsa pek de hayırlı bir haber için
çağırmadı biliyorum ama umudumu kaybetmedim. Çünkü benim umudum bir bebek
olarak dünyaya geldi ve kucağıma verildi. Artık O, nefes aldığı müddetçe benim
umutlarım yaşıyor olacak.
Ve bir anda kapı açılmıştı…
1. BÖLÜM
( ATEŞİ SÖNMEYEN
GEÇMİŞ)
Doktor
bey içeri girdiğinde yorgun olduğu yüzünden okunuyordu. Arkasından seslenen
sekreterine tekrar dönmüş ve kendisine bir kahve söylemişti. Beli tutulduğu her
halinden belli oluyordu. Eliyle belini tutmuş sekerek yürüyordu. Benim odada
olduğumu biliyor ama benle göz teması kurmuyordu. Bense yüzünden neler
söyleyeceğini okumaya çalışıyordum.
“Hoşgeldin
Zeynep. Seni çok beklettim mi?” diyerek masasına oturdu. Normalde her
karşılaşmamızda samimi bir şekilde elimi sıkardı. Bu sefer neden sıkmamıştı?
Her hareketine dikkat ediyordum. Sanki benden kaçıyor gibiydi? Acaba tedavi işe
yaramamış mıydı? Yoksa hastalığı ilerlemiş miydi? Aklımdaki deli sorular,
düşünmeme engel olamıyordum. O ise sanki lafı dolandırıp duruyordu.
“Arkadaşın
çok ağır bir ameliyatı vardı. Çok zor geçti.” Diyerek oturduğu yerde
geriniyordu. Evet ameliyatlarının çok ağır geçtiğini biliyordum. Bu kadar
yorulmasına rağmen randevuyu iptal etmemişse konuşacağı çok ciddi şeyler vardı
anlaşılan.
Kapı
açılmış ve yine aynı kafe çalışanı sade bir türk kahvesi ile birlikte odaya
girmişti. Odanın her yanını taze çekilmiş acı kahve kokusu sarmıştı. Adam once
benim önüme kahve fincanını bırakmış ardından doktor beyin masasına bırakıp
çıkmıştı. Gün içinde içeceğim ikinci kahve olacaktı bu kahve. Fincan ve tabağı
beyazdı. Aynı odanın sadeliği gibiydi. Ama fincan takımının oldukça kalite
olduğu fincanın ince olmasından belli oluyordu. Içerken kıracağım endişesi
yaşamadan edemiyordum.
Doktor
Bey kahvesinden bir yudum alıp;
“Nasılsın
Zeynep.”
“Teşekkür
ederim Kağan Bey siz nasılsınız?”
“Gördüğün
gibi oldukça yoğunum. Vallahi inanır mısın üç gündür eve gitmiyorum.”
Kahvesinden bir yudum daha almıştı. Ben de onu izliyordum. Sonra o da bana
baktı. Anlaşılan konuya nasıl gireceğini bilemiyordu.
“Gelirken
Lina’ I ziyaret ettim. Keyfi yerindeydi.
“Evet
daha iyi artık. Böyle bir yaşantıya yavaş yavaş alıştı. Psikoloğumuzun desteği
çok büyük.”
“Evet
muhteşem biri. Iyi ki bizle çalışmaya devam ediyor. Başka bir araştırma
hastahanesinden teklif almıştı.”
“Öyle
mi? Burayı bırakmamasına çok sevindim. Lina onu çok seviyor.”
“Evet.
Tatlı Lina.” Gülümseyerek masaya dalmış gitmişti.
“Kağan
Bey beni görmek istemiştiniz bunun için buraya geldim.” Dalmış gözleri hala
masaya bakmaya devam ediyordu.
“Ha
evet evet. Biliyorum.” Dedi ve bir anda uykudan uyanmış gibi kendisini arkaya
yasladı. Derin bir nefes aldı. Ardından dirseğini masaya dayayıp eliyle alnını
ovuşturdu.
“Aaa!
Zeynep biliyorsun bir süredir Lina’ a tedavi uyguluyoruz. Geldiğinde teşhisini
çok da erken vakitte koyamamıştık biliyorsun. Geç kalınmış değildi ama eğer
alien ya da kurulu bir evlilik düzenin olsaydı Lina’ a direk doku arayışına
girecektik. Muhtemelen yüzde yüze yakın bir iyileşme sonucu ile de
karşılaşacaktık. Ama ne yazıkki senin özel durumundan ötürü teddavi şansımızı
denemek istedik.”
“Evet
teşekkür ederim.”
“Malum
biliyorsun biz hastalarımızın tüm tedavi süreçlerini düzenli aralıklarla
kurulda masaya yatırırız. Hastalığın sürecini bilgisayar ortamında grafiklere
dökeriz. Bu verilerle sonucu bize neredeyse kesin olarak tahmin edebilecek bir
uygulama oluşturduk. Bugüne kadar da bu uygulama bizleri yanıltmadı. Iki gün
once toplantı konumuz Linaydı. Tüm verilerini grafiklere döktük ve tüm
hesaplamalarımızı yaptık. Evet tedavi geçmişi tamamen işe yaramamış diyemeyiz
ama çok da bir fayda sağlamamış. Biz de iki senenin denemek için yeterli
olduğuna kanaat getirdik. Bu tedavinin Lina’ I iyileştirme yönelik bir faydası
görünmüyor hatta daha fazla beklersek hastalığın seyri kötüye gidebilir.”
“Peki
ne yapabiliriz?”
“Zeynep,
Lina’ a en kısa zamanda doku naklini gerçekleştirmeliyiz.” Kalbim sıkışacak
gibi olmuştu.
“Peki
dokuyu bulduk diyelim ve nakli gerçekleştirdik. Lina kesinlikle iyileşecek mi?”
“Bunun
hakkında yorum yapmak için çok erken. Zeynep seni anlıyorum. Çok zor bir
süreçten geçiyorsunuz. Hastalığı kabul etmek ve ardından ekiple birlikte uyumlu
bir şekilde işleyişe eşlik etmek aileler için oldukça zor ama ne olur
duygularını bir kenara bırakmaya çalış. Sonucu düşünme. Şuan için atmamız
gereken adım kan bağlarına sahip olan tüm herkesin kan örneği vermesini
sağlamak. Çünkü işe once akrabalardan başlıyoruz. Akrabalarda uymadığı anda
genel arama başlatıyoruz.”
“Peki
ne kadar zamanımız kaldı. Lina hangi süreçte?”
“Yo
yo sakin ol sıkıntı yok. Zaten amacımız da bu. Yol yakınken önlemimizi
alabilmek.” Derin bir oh çekmiştim. Ne yapacağımı kime gideceğimi bilmiyordum.
“Peki
Kağan Bey benim durumum ortada ya ailemi örnek vermek için ikna edemezsem.”
“O
zaman genel taramalara bakacağız. Lakin öyle ha deyince bulunmuyor. Ne yazıkki
ülkemizdeki insanlar bu konuda çok bilinçsiz bugün herkes örnek vermiş olsaydı,
eminim bu hastalık sorun bile olmayacaktı. O yüzden dokuyu bulması zor oluyor.
Şartlarını zorlamaya bak Zeynep. Aileni bul. Babasını bul. Ve konuş.”
Son
sözler kulağımda çınlamaya devam ediyordu. Doktor beyle vedalaşıp hastaneden
Lina ile birlikte kan örneği verdikten sonra ayrılmıştım. Taksiye binmiş eve
doğru gidiyorduk. Lina oldukça halsizdi. Muhtemelen ilaç ona dokunmuştu. Çantamda
her ihtimali göze alarak herşeyi bulunduruyordum. Midesini bassırması için
eline çubuk kraker tutuşturmuştum.
Eve
geldiğimizde Fatma Abla hemen kapıya çıkmış bizi yemeğe davet etmişti. Lina’
nın çok da yiyecek hali yoktu ama onu rahatlatacak çayları Fatma Abla çoktan
hazırlamıştı. Lina için sade pirinç aşı yapmıştı. Hayat’ ın odasını Lina için
hazırlamış onu hemen oraya yatırmıştı. Yatağında ona özenle çorbasını
içiriyordu.
Hayatla
biz masaya oturmuştuk. Oturduğumuz daireler üç odalıydı. Salon ile mutfak
birdi. Hayat’ ın Salonu mor ve beyaz dekorluydu. Benim evim hiç de bu kadar
cıvıl cıvıl değildi. Salona iki fıstık yeşili basit çekyat atmıştım. Ortada koyu
kahve bir halım vardı. Odaya renk gelsin diye Hayat, dört adet mor kırlent
almıştı. Koltuklarımda onlar duruyordu. Aslında kahverengi olan masa
sandalyelerime de yine fıstık yeşili sandalye örtüsü almıştı. Ama Lina’ nın
odasına çok özenmiştim. Duvarlarını toz pembeye boyamış ona beyaz başlıklı şık
bir prenses yatağı almıştım. Dolabı da beyazdı. Halısı pembe renkteydi. Küçük
bir oyun köşesi de yapmıştım ayrıca.
Yemeğimizi
yedikten sonra Fatma Abla Hayatla beni resmen evden kovmuştu. Ne muhabbet
edeceksek Lina’ dan uzakta etmeliydik. Tatlılıkla bizi kovuyordu ama altında
ince detaylar yatıyordu. O yüzden Fatma ablayı çok seviyordum ve yanaklarından
öperek Hayatla bizim eve geçtik.
Uzun
uzun Hayat’ a doktorun dediklerini anlattım. Hayatta üzülmüştü. Durumumu
biliyordu. Hadi aileme ulaştım diyelim. Lina’ nın babası olacak o şerefsize
nasıl ulaşacaktım?
“Bilmiyorum
Hayat. Acaba once bizimkilerle şansımı denesem? Eğer doku uyuşmazsa bu adama
gitsem.”
“İyi
de Zeynepcim doktor acelesi yok demiş ama ikimiz de durumun farkındayız.
Elimizi ne kadar çabuk tutarsak o kadar iyi olacak. Tamam anlıyorum ailesinin
düzenini bozmak istemiyorsun ama kusura bakmasın o da bunları göze alarak
yaşasaydı. Çocuk sahibi olurken iyiydi.”
“Aslına
bakarsan Hayat onun gibi vicdansız herifin doku örneği vermeyeceğine de adım
gibi eminim.” Gözlerimi yere dikmiş parmaklarımı kemiriyordum. O adamda zerre
vicdan yoktu. Belki kızın ölecek desem üzerinden bir yük kalkmış gibi olurdu.
“Zeynep
denemek zorundayız. Var mı başka care? Mecbur bu adamın peşine düşeceksin.
Gerekirse çık karısının karşısına ; Senin kocan bir şerefsiz! Benim genç kızlık
hayallerimi yıktı!” hemen ağzını kapatmaya davrandım.
“Tamam
kız sus sus sakin ol.” Dertli dertli düşünüyordum. Lina’ a hiçbir şeyi
yansıtmadan bu durumu nasıl halledebilirdim? Yorgun bedeniyle hayata tutunmaya
çalışırken, terkedilmiş olduğumuzu öğrense nasıl da yıkılırdı?
Fatma Abla ve Hayat sayesinde
kocaman bir ailemiz var sanıyordu. Böyle kabul etmiş ve mutlu olmuştu. Bazı
zamanlar “anne, babam nerde?” der ben çok uzaklarda yaşadığını söylerdim.
“neden bizim yanımıza gelmiyor?” diye sorardı bu sefer. Ona küçük bir yalan
uydurmuştum. Masal gibi anlatıyordum. Öğrenciyken yurtdışına gittiğimi ve
yabancı bir adama aşık olduğumu ama onun bizim ülkemize gelemeyeceğini, birgün
büyüdüğümüzde onun yanına bizim gidebileceğimizi söylerdim. O da şimdilik
büyümeyi bekliyordu. Biliyorum; asla kızıma mükemmel bir anne olamadım. Ama o
zaman için aklıma daha mantıklı bir yalan gelmemişti.
Büyüdüğünde elbette açıklayacaktım
durumu. Lakin minicik olan bu meleğe nasıl söylenirdi? Hem de istenilmeyen bir çocuk
olduğunu duysa hele de babasının gerçek bir yuvası olduğunu ve o sıcak bir
yuvada başka bir evladı olduğunu duysa minicik canı nasıl da acırdı. Oysa en
mutlu hayatı Lina hakediyordu. Kalbi çok temiz merhamet sahibi bir çocuktu. Bu
karanlık dünyada tertemiz parlayan bir yıldız gibiydi.
“Zeynep!” bir an sıçradım. Hayat’ a
baktım. Ikimiz de aynı koltukta birbirimize bakıyorduk. Elinde benim telefonumu
tutuyor ve bana doğru uzatıyordu.
“Hadi once kendi ailene ulaş. Bir
yerden başlamalıyız.” Içim ürpermişti. Anlamsız bir korku sarmıştı kalbimi.
Telefona bakıyor ve aklımdan babamı geçiriyordum. O günden sonra bir daha
hiçkimseyle görüşmemiştim. Memlekette amcam vardı. Onlardan numaralarını
isteyebilirdim. Amcamlardan olsun babamdan olsun işiteceğim sözleri kaldırabilir
miydi kalbim?
“Zeynep, sen onların kızısın. Lina’
nın hasta olduğunu öğrendiklerinde seni ortada bırakacaklarını sanmıyorum. Hem
üzerinden yıllar geçmiş. Onların da öfkesi biraz yatışmıştır.”
Elinden aldım telefonu ve amcamı
aradım. Uzun bir süre çaldıktan sonra amcam telefonu açmıştı. Arkasında ki
seslerden evin kalabalık olduğu anlaşılabiliyordu. Inşallah ters bir zamanda
aramamışımdır.
“Alo.”
“Alo amca merhaba, ben Zeynep.” Bir
an için durmuş ve hiçbir şey söyleyememişti. Şaşkın bir şekilde “Zeynep”
diyebildi.
“Nasılsın amca?”
“Sağol yavrum iyiyim iyiyiz çok
şükür sen nasılsın? Uzun zaman oldu sesini duymadığım. Şaşırdım doğrusu.”
“Evet arayamadım. Hayat
koşuşturmacası diyelim. Yengem nasıl kuzenler nasıl?”
“Hepsi iyiler çok şükür. Babanla aranızın
bozulduğunu duyduk evladım. Bizi de arayıp sormayınca herhalde bize de küstün
sandık.”
“Olur mu hiç amcacım. Arayamadım
kusura bakmayın. Amca ben senden bir şey rica edecektim.”
“Buyur evladım ne demek.”
“Babamların Amerika’ da ki numarası
bana lazım. Onunla görüşmem gerekiyor.” Bir an sesi heyecanlandı.
“Tabi tabi vereyim. Bak burada da
kim var? Murat geldi. Bir kaç gündür bizdeydi. Yarın yolcu edeceğiz. O yüzden
hepimiz bizde toplandık.”
“Murat mı?” diyebilmiştim.
Şaşkınlık, korku ve özlem, duygularım birbirine karışmıştı. Kokusunu nasıl da
özlemiştim. Canım kardeşim. Kokusunu içime çektiğim ilk bebek, ilk oyun
arkadaşım. Yatağımı paylaştığım ilk dans eşim. Aynı yuvanın dertlerini
göğüsleyen iki yürek iki candık biz. Hayatıma yaşamımın ilk anlarında girdiği
için her deneyimime her hissettiğim duyguya o da ortaktı. Onsuz geçirdiğim bir
anım bile yoktu. Dalmayı birlikte öğrenmiştik. Birlikte balık yakalardık. Aynı
arkadaş grubunda bulunurduk. Aynı lisede okumuş aynı öğretmenlerin öğrencileri
olmuştuk. Aramızda yalnızca iki yaş vardı. Ağladığımı başımı omzuna yasladığım
en yakın dert ortağım Murattı.
Belki de onsuz olmak bu yüzden çok
ağır gelmişti bana. Onun elimden tutmasına o kadar çok ihtiyacım vardı ki?
Kendimi zorla onsuzluğa alıştırmış olsam da hep derinlerde onun yokluğu ince
ince sızı gibi yayılırdı.
Amcam, ev telefonu kullanma
alışkanlığından olsa gerek, elindeki bir cep telefonu olsa da oturduğu yerden
içeriye seslenmeye kendisini Murat’ a duyurmaya çalışıyordu.
“Murat! Murat! Gel bak gel. Kim var
telefonda? Ablan var ablan.” Amcam heyecanlıydı. Beni severdi. Belki babamla
aramızın bozulmasına en çok üzülen kişi oydu. Bu kadar sevindiğine gore babam
benim yaptığım büyük hataları anlatmamıştı.
“Al bak al konuş hadi.” Demesinden
telefonu Murat’ ın aldığını hayal edebiliyordum. Heyecandan yüzüme ateş
fışkırıyordu. Onun sesini duymaya ramak kalmıştı. Kalbim yerinden çıkacak gibi
heyecanla çarpıyor. Anlımdan yanaklarıma doğru terler akıyordu. Gözlerim
Hayat’ın gözlerinde kitlenmişti. Hayat ise bana korku dolu gözlerle bakıyordu.
Herşeyin yolunda gitmesi için içinden dua ettiğini anlayabiliyordum.
“Alo.” Dedi soğuk ve donuk bir ses.
Öylesine donuk bir sesti ki; sesin ait olduğu bedenden bir damla kan akmadığına
yemin edebilirdim. Alev alev yanan bedenim bir anda buz kesmişti. Terler içinde
kalmış yüzüme, buzdan bir havanın rüzgarı esmişcesine içime üşüme girmişti.
Karlar ülkesinde hala yağmakta olan karın üstünde çıplak ayaklarla yürüyordum
sanki. Havada uçuşan minik kar tanecikleri yanaklarıma değip eriyor sonra
damlalar gibi yanağımdan aşağıya süzülüyordu. Gökyüzü, koyu mavi; gün,
kendisini akşama bırakmak üzereydi. Umutlar, bitmek üzereydi.
“Merhaba Murat, nasılsın?”
“Teşekkür ederim, Zeynep, sen
nasılsın?” Murat, ben kendimi bildim bileli bana hep abla derdi. Öylesine sıcak
bir abla deyişi vardı ki; insanın içi gider, böylesine güzel sesli bir çocuğa abla
değil anne olası gelirdi. Tüm masumiyetini elinden abla dediği, en çok
güvendiği bu insan almıştı. Hayat ona sırtından vurmuştu. Kim bilir daha
elinden neler almıştım. Belki hiç bir daha güveneceği bir dostu olmayacak,
belki bir daha aşık bile olmayacaktı. Güven duyduğu, sevgisini, kalbini açtığı
insanların küçücük bir boşlukta onların ardından nasıl işler çevirebileceğini;
nasıl da sevgisinin sömürülebileceğini en iyi o görmüştü çünkü. Şimdi bu işe
bir son vermek adına; azıcıkta olsa kendisine karşı sevgi beslediği bu insanla
arasına bir bariyer çekiyordu.
“İyi değilim.”
Murat, bir şey söylememişti.
“Kızım hasta, ölüyor.” Murat, hala
konuşmuyor bana bir geçmiş olsun bile demiyordu.
“Biliyorum size karşı çok büyük
yanlışlar yaptım. Babama, anneme sana kendimi anlatma fırsatım bile olmadı.
Itiraf ediyorum; yaptığım hatanın geri dönüşü olabilirdi ve anneme gelip ben
bir yanlış yaptım desem; beni hemen hastaneye götüreceğinden ve olayı ört bas
edeceğinden hiç şüphem yoktu. Ama ben bu yolu seçmedim Murat. Yaptığım yanlışın
bedelini küçük bir cana ödetemezdim. Ve en kolayı da neydi biliyor musun Murat?
Size hiçbir şey söylemeden yaptığım yanlışa bir sünger çekip sinsice hayatıma
devam edebilirdim. Ama ben zor ve şeffaf olanı seçtim. Sana bu ne kadar saçma
geliyor olsa da benim açımdan sizi kaybetme uğruna olsa da.”
Derin bir nefes aldım. Telefonda
böylesine derin bir konuyu ancak bu kadar özet geçebilirdim. Ondan hala bir ses
yoktu.
“Kızım lösemi hastası, annem, babam
ve senin dokun belki kızıma uyabilir. Yalnızca sizden bir damla kan istiyorum.
Yemin ederim ondan sonra hayatınızdan tamamen çıkıp gideceğim. Bir daha
karşınıza çıkmam, size rahatsızlık vermem söz veriyorum.”
Yine uzun bir sessizlik olmuştu. Diğer
odada olduklarını sandığım akrabalarımın gülüşme sesleri geliyordu. Onların
dertleri yok muydu sanki? Belki benden daha ağır sorunlarla mücadele
ediyorlardı. Onları benden ayıran tek fark onlar yalnız değildi. Herşeye rağmen
gülecek bir sebepleri vardı.
“İki gün sonra İstanbul’ dan uçağım
kalkacak. Bu gece yola çıkıyorum. Bu numaraya kendi numaramı mesaj atarım. Bana
ne yapmam gerektiğini ve hangi hastaneye örnek bırakmam gerektiğini mesaj
atarsın.” Dedi ve çat diye telefonu yüzüme kapattı. Yüzümde yine de bir
gülümseme belirdi. Ama annem ve babam için nasıl bir yol izleyeceğimizi
konuşamamıştım. Ama olsun en azından gen olarak bana en yakın olan kardeşim
örnek vermeyi kabul etmişti. Tabi yarına kadar fikri değişmezse.
Hayat hala bana korku dolu gözlerle
bakıyordu. Bense sevinç gözyaşlarıma aldırış etmeden bana mesaj attığı numarayı
kaydedip bilgileri Murat’ a gönderiyordum.
“Zeynep.”
“Efendim Hayat.” Diyordum ama ona
değil de telefona bakıyordum. Bilgileri özenle yazıyordum.
“Bilgileri eksik gönder.” Dedi.
Şaşırmıştım. Bir anda yazdığım mesajı olduğu gibi bırakıp Hayat’ a baktım.
“Ama neden Hayat?”
“Onunla görüşmek için. Hastaneye
gittiğinde eksik bilgileri almak için sana tekrar ulaşacak böylece sen onun
hastanede olduğunu anlayabileceksin. Lina’ I da alır hemen yanına gidersin.
Sizi gördüğünde affedeceğinden eminim.”
“Kendini acındır diyorsun yani.
Bunun Türkçesi bu oluyor.”
“Dıştan öyle görünebilir ama aslında
öyle değil. Çocuk bağları kuvvetlendirir diye bir deyim var. Boşuna çıkmamış bu
laf. Hem daha kardeşin nasıl bir yanlışı affetmediğinin bilincinde değil. Lina
onun yeğeni, bir anne neden kendi hatasına bu kadar kolay tahammül edebiliyor,
evlat kokusunun hatrına; yeğenler de bir evlat kadar çok seviliyor. Kendi
yeğenlerimden biliyorum. Murat, Lina’ I gördüğü an sana karşı yumuşayacak. Buna
hiç şüphem yok. Yoksa niye örnek vermeyi kabul etsin. Bu hareketi Murat’ ın
mantıklı biri olduğunu gösteriyor. Tepkisini sana gösteriyor ama yine de
yeğeninin yaşaması için yardımcı oluyor.”
“Canım kardeşim öyledir. Küçüklükten
beri hep akıllıydı zaten.” Demiştim telefonu bağrımda sıkıca bassırarak. Hayat
doğru söylüyor olabilirdi. Bu yüzden Lina’ nın adını yazmadım. Gözden
kaçabilecek bir eksik olmalıydı ki Murat bugün sormamalıydı. Beklediği gibi
olmuş ve yeğeninin adı olmadığını farketmemişti.
“Evet!” diye Hayat koltuktan
zıplayıverdi bir anda.
“Şimdi sıra senin şu şerefsizde. O
zamanlarda nerde çalışıyor demiştin? Şu senin bilgisayardan adresine bakalım.”
“Yani o zamanlarda çok anlamadığım
için derin mevzulara da girmemiştim. Tek bildiğim bizim kampüsün yakınlarında
bir inşaat firmasına ait olan holdingin binasında güvenlik görevlisi olduğunu
söylemişti.”
Bilgisayarı masada açmış olan Hayat,
ekranın içine düşmüş benim kampüsümün olduğu semte bakıyordu.
“Yavrum vallahi çok fazla holding
var bu semtte. Acaba bina sadece bu şirkete mi ait? Yoksa kompleks bir
işmerkezi mi bir bilgin var mıydı?”
“Yani öyle olmasa neden tek inşaat
şirketi desin?” Kafasını yana kırarak dudak bükmüştü.
“Yani olabilir. En azından bugün
öyleymiş gibi bakalım. Yarın o şirketlere gider insan kaynaklarından adamın
adını soruşturursun. Adamın adı ne kız? Bak bugüne kadar hiç sormadım şu
şerefisizi sana. Üzmeyeyim diye mikrop herif.” Demişti Hayat ağzını büke büke,
gülmekten kendimi alamamıştım.
“İnanır mısın onun ismini de yüzünü
de unutmak için nelerimi vermezdim. Ama unutamıyorum lanet olsun.” Dedim anlımı
ovuşturarak.
“Kutsal.” Dedim. Hayat beklemediği
bir isim duyunca şaşırmıştı.
“Kutsal, ismi bu öyle mi?”
“Evet öyleydi.”
“Soyadı ne peki facebooktan bakarız.
Belki çalıştığı yer orada yazıyordur.”
“Soyadını bilmiyorum Hayat.”
“Gerçekten mi? Hiç sormadın mı?”
“Biliyorum sana çok mantıklı
gelmeyecek ama soyadını sormak aklıma hiç gelmedi. Öyle soyadını kullanması
gereken bir durum da olmadı hiç. Belki de herşeyi planlamıştı ve izini
kaybettirebilmek için soyadı olayında da çok dikkat ediyordu bilemiyorum. Ben
gerçekten ona aşıktım anlıyor musun? Güvenmiştim.”
“Ah canım arkadaşım benim. Belki de
küçük bir tatil kasabasında büyüdüğün için sen çok saf kalpliymişsin. Küçük
yerler hep öyledir bilirim. Herkes birbirini tanıdığı için birbirlerinin
çocuklarına da ard niyetli yaklaşmaz.”
“Aslına bakarsan iyi niyetli
olmayanlar da vardı.” Dedim gözlerim yere kitlenerek. Hayat’ ın ses tonu
değişmiş bir anda korumacı erkek kardeş vasfına bürünmüştü.
“Nasıl yani!”
“Aman boşver işte her yerde var kötü
insan sonuçta. Hadi bakalım şu şirketlere bir liste yapayım yarın için.” Dedim
ve bilgisayarı kendime doğru çevirdim. Hayat ile birlikte yürüyerek gidebileceğim
şekilde bir liste hazırladık. Ertesi günü iple çekiyordum.
2. BÖLÜM
(YILLAR
SONRA MURAT)
Tüm
gece boyunca yatakta bir o yana bir bu yana dönmüş sabahı zor etmiştim. Sabaha
karşı ancak biraz uyuyabilmiş sabah da erken uyanmıştım. Saat yedi olmak
üzereydi. Murat her an arayabilirdi. Lina’ I hızlıca hazırlayıp hastaneye doğru
yola çıkmalıydım.
Giyinmek için direk giysi dolabıma
yöneldim. Bu sıralar çok fazla siyah giyiniyordum. Aklıma başka renk
gelmiyordu. Siyah streç pantolon ve dökümlü siyah bluzum yine gözüme batan tek
kıyafet olmuştu. Düşünecek çok zamanım da yoktu, askıdan aldığım gibi
kıyafetlerimi giyip Lina’ nın odasına kıyafetlerini almaya gittim. Lina’ nın
şeker pembesi elbisesini hazırlamaya başladım. Kapı çalmıştı. Hayret ben Lina’
I uyandırmaya giderim derken onlar erkenden uyanmış kapıya dikilmişlerdi. Hemen
kapıyı açtım. Hayat ve Lina birlikte kapıda bana gülümsüyorlardı. O kadar tatlı
o kadar güzel bir kızdı ki dünyadaki en güzel kız çocuğunun benim kızım
olduğuna yemin edebilirdim.
“Günaydın
minik prensesim.” Diyerek kocaman yanaklarından öptüm. Banyoya elini yüzünü
yıkamak için götürürken de öpmeye hala devam ediyordum. Bir an bile ayrı
kalmaya dayanamıyordum. Çok özlüyordum.
“Anne
sen neden benle uyumadın? Sabah seni göremeyince çok korktum.”
“Korkma
anneciğim Fatma Teyzen var ve seni çok seviyor. Dün gece o kadar çok tatlı uyuyordun
ki seni uyandırmaya kıyamadık.”
“Hım
peki Hayat Abla neden beni bu kadar erken uyandırdı? Beni bir yere götüreceğini
söyledi.” Bir an durdum. Sonra:
“Önce
dişlerini fırçalayalım. Sonra giyinelim yolda nereye gideceğimize birlikte
karar veririz olur mu?”
“Ya
çalışmayacak mısın?”
“Hayır
tatlım bugün gece işe gideceğim.”
“Oleyy!”
diyerek havaya sıçradı.
Birlikte
hazırlanıp yola koyulmuştuk. Yolda Lina’ nın elinden tutmuş yavaş yavaş
yürüyerek hastaneye doğru yürümeye başlamıştık. Lina’ a dayısını göreceğini
söylesem mi diye düşünüyordum. Murat’ ın dayısı olduğunu söylesem aslında Lina
çok sevinecekti ama sonra belki bir daha dayısını göremeyecekti. O zaman tekrar
dayısını görmek istediğinde ona ne söyleyecektim? Uzakta yaşıyor desem
telefonla görüntülü görüşmeyek isteyecek ve annem babamda olaya dahil olacaktı.
Belki sırf bu sebepten ötürü Murat da görüşmek istemeyecekti. Bilemiyordum. Ilk
başta Lİna’ nın bir akrabası olduğunu öğrenmek çok mutluluk verici bir olay ama
sonrasında ya hayal kırıklığı yaşarsa?
“Anne
nereye gidiyoruz?”
“A!
Önce hastanede küçük bir işimiz var. Onu hallettikten sonra seninle avmye
gideriz orada oyun oynarsın olur mu?”
“Bana
iğne yapmayacaklar değil mi?”
“Hayır
hayır tatlım önümüzde ki yirmi gün boyunca tedavin yok. Bunu seninle
konuşmuştuk.”
“O
zaman neden hastaneye gidiyoruz?”
“Orada
birini görmem gerekiyor.” Çantamdan telefonumun sesi geliyordu. Lina daha küçük
olduğu için yedek kıyafet bulundurmam gerekiyordu. Bu yüzden Lina ile birlikte
dışarı çıkıyorsam yanıma orta boylarda bir sırt çantası alıyordum. Yol
kenarında durup çantamı omzumdan çekerek çantamdan telefonu çıkardım. Murat
arıyordu. Hemen açtım:
“Alo
merhaba Murat.”
“Merhaba,
hastanedeyim. Kızının adı gerekiyormuş.”
“Ah
evet unutmuşum. Lina… Lina Demir.” Uzun bir sessizlik oldu. Sonra Murat
karşısında bekleyen bayana “Lina Demir” dedi. Bayan “tamam” dedikten sonra bana
seslendi:
“Tamam
ben şimdi örnek veriyorum. Buradaki doktorlar bana yardımcı oluyor.”
“Peki.”
Diyebilmiştim. Onun yanına geleceğimizi söyleyememiştim. Lina ile beraber
yürümeye devam ettik. Hastane çok uzak değildi. Ama Lina çok çabuk yorulurdu.
Kucağıma alıp yürümeye öyle devam ettik. Hava hafif serindi. Kıştan yeni
çıkmıştık. Ara ara yağmur yağsa da artık sıcaklar kendisini göstermeye
başlamıştı. Lina bu havalarda hala üşürdü. O yüzden üzerinde penye pembe bir
çeketi vardı. Elbisesinin aynı renginden.
Hastaneye
yaklaşmıştık. Binanın bahçesine girdiğimde heyecanlanmaya başlamıştım. Hastane
her zaman olduğu gibi kalabalıktı. O kadar insanın arasından kucağımda Lina ile
birlikte sıyrılarak geçiyordum. Hastanenin otoparkı dışarıda olsa da hastasını
bırakmaya gelen arabalar oldukça yoğundu ve yolları yine kapatıyorlardı. Lina’
ya bazen bu arabaların arasından geçerken oyun yapardım. Onu havaya uçuruyormuş
gibi yapar dar yerlerden o şekilde geçerdik. Çok gülerdi.
Hastanenin
bir çok kapısı vardı. Bahçe bu kadar kalabalıksa içerisinin daha çok kalabalık
olabileceğini düşünerek doku örneği bırakılan bölüme bahçeden dolanarak gitmeye
karar vermiştim. Gerginliğimi alması adına yine Lina’ ı havaya kaldırmış
arabaların arasından birlikte uçuyormuş gibi yapıyorduk. Hem böylece hızımızı
arttırmış olduk. Kıkırdayarak gülüyordu. Insanların bana bakmasına
aldırmıyordum. Lina ise uçak sesi çıkararak kollarını yana açmış kahkahalar
atıyordu.
Kapının
önüne geldiğim de Lina’ ı kucağımdan yere salmıştım. Lina buraları adı gibi
bilirdi. Kucağımdan indiği gibi koridorun kenarında kurulmuş olan oyun parklı
bekleme alanına doğru koşmaya başlamıştı. Bense rahatlamak ve üzerimdeki
yorgunluğu dışa savurmak adına gözlerimi kapatarak derin bir nefes verdim,
eğildiğim yerden tekrar doğrulurken gözlerimi açtığımda karşımda duran Murat,
koca bir delikanlı olmuş bana öylece bakıyordu.
Nasıl da yakışıklı olmuştu benim
biricik kardeşim. Sarışan Amerikan askerleri yanında sönük kalırdı. Koyu gri
kot pantalonu üzerine beyaz dar tişört ve üzerine giydiği koyu gri gömleği ile
nedense daha çok bir askere benzetmiştim. Benim yüzümde gözlerim, daha çok
belirgin olmasına nazaran onun mavi gözleri yüzünde kendisini gizlerdi.
Gözlerinin deniz mavisi olduğu ancak yanına yaklaşıldığında anlaşılırdı. Kumral
kısa saçları ve boynundan göğsüne inen künyesi şimdi dikkatimi daha çok çekiyordu.
Ikimizde
hiçbir şey söylemeden birbirimize bakmaya devam ediyorduk. Ona doğru yavaş
adımlarla yürümeye başladım. Yaklaşmaya başlayınca sağ elini burnuna götürüp
sol yanına bir baktı. Ardından derin bir nefes çekti içine. Beni gördüğüne hiç
memnun olmamış gibi duruyordu. Artık çok geçti. Ardımı dönüp gidemezdim, gurur
yapamazdım.
“Merhaba.”
Diyebildim sessizce. Belki duymamıştı bile. O da “Merhaba” dedi soğukça.
Gözlerinin içine uzun uzun baktım. O da bana bakıyordu. Kimbilir birbirimizi ne
kadar çok özlemiştik. Dudaklarımız konuşmuyor gözlerimiz çok şeyler
anlatıyordu. Bekliyordu gözleri. Kin, nefret dolu değildi. Cevap verilmesini
bekleyen soru dolu bakışlar vardı gözlerinde. Anlamak istiyordu beni sanki.
Belki görmeden once bana kızgındı ama beni bu şekilde görmek onu da yaraladı
kimbilir.
Daha biraz once öğrenmişti; Lina’
nın babası olmadığını, soyadının ise kendisininkiyle aynı olduğunu. Belki yeni
anlamıştı bu dünyada bir başımaydım, bu zorluklarla tek başıma mücadele
vermiştim. Belki de pişmandı. Ya da ben pişman olmasını umuyordum. Beni
dinlemeden ardını dönüp gittiği için pişman olmalıydı belki.
Sağ
eliyle kendi saçını göstererek ve umursamaz ama sıkılan erkeksi tavrı ile;
“Saçların…
şey saçlarını kestirmişsin… Sende bir şey yok değil mi yani yakışmış tabi.”
Gülümsemek istemiş ama onu bile başaramamıştım. Elimle hemen ileride oyun
oynamaya dalmış olan Lina’ ı göstererek;
“Kendisini
yalnız hissetmesin diye onunla birlikte kazıtıyorum.” Gözleri çoktan Lina’ ı
bulmuş ve onu izliyordu. Ben de Murat ile birlikte Lina’ ı izlemeye başladım.
Bu bölümde bekleyen çok hasta olmazdı. Burası daha çok sağlıklı olup, hastalara
nakil verebilmek için doku örneği vermeye gelmiş kişilerle dolu olurdu. Şuan çok kimse yoktu.
Belki sabahın daha erken saatleri olduğu içindir. Lina’ ı ise ayırt edebilmek
hiç de zor değildi. Çünkü saçını kazıtmış olan tek çocuk Linaydı. Birlikte
oynadığı üç beş arkadaşı vardı ve muhtemelen onlar sağlıklıydı. Lina çok mutlu
görünüyordu. Oyuncakların etrafında kovalamaca oynuyorlardı.
“Sana
benziyor.” Dedi. Kısık bir sesle. Rahat bir nefes almıştım. Başımı öne eğdim.
“Evet.”
Diyebildim. Sadece yere bakıyordum. Ne diyeceğimi nasıl başlayacağımı
bilemiyordum. Ne diyecektim. Iyiki babasına benzemiyor, benzemesin zaten, sana
daha çok benziyor. Hiçbiri sohbetin gidişatına uymuyordu. Içimden geldiği gibi
konuşsam herşeyi batıracağım diye korkuyordum. O kadar çok dalmıştım ki Lina’
nın nefessiz kaldığını farkedememişim. Murat, yanımdan bir anda fırlayınca
neler oluyor diye başımı kaldırdım.
Lina,
yerde yığılmış yatıyordu. “Hemşire!” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Murat, bir anda
Lina’ ı kucakladığı gibi koşmaya başlamıştı. Kendisine doğru koşan çalışanlara
bağırıyordu. Çalışanlar ise ona yol açmış gideceği yönü işaret ediyorlardı.
Çalışanlar Murat ile birlikte koşuyordu. Bense arkalarından ağlayarak
koşuyordum. Lina, kendisini çok fazla yormuştu. Sabah çok yürütmemiştim ama
oyunda da bu kadar çok koşunca bedenine ağır gelmişti muhtemelen. Bir şey
olmayacağını biliyordum ya da öyle olacağını umuyordum ama ağlamaktan kendimi
alamıyordum. Murat, benden daha çok korkmuş gibiydi. Etrafa bağırıp
çağırıyordu.
“Hemşire!
Doktor! Yetişin!” boyna böyle bağırıyordu. Acil müdahale bölümüne en sonunda
varabilmiştik. Karşımıza Kağan Hoca çıktı. Murat’ ın elinde Lina’ ı görünce
hemen tanıdı. O aciliyet arasında Kağan Hoca’ nın, Lina’ ı kucağında tutan bu
adamın kim olduğunu anlamaya çalıştığını farketmiştim. Ona neler olduğunu
soruyordu. Hemşireler çoktan Lina’ ı müdahale odasına almış oksijen
bağlamışlardı. Murat heyecanla olanları anlatıyor bir yandan elleriyle başını
sıvazlıyor, elleriyle bir o yanı bir bu yanı işaret ediyordu. Muhtemelen Lina’
nın nasıl düştüğünü anlatıyordu. Kağan Bey, odaya geçip ardından kapıyı
kapattı. Murat, beni tamamen unutmuştu. Kapının önünde sürekli başını elleriyle
sıvazlayarak ileri geri gidip geliyordu.
Yanımızdan
bir görevli elinde kan serumuyla birlikte koşturarak müdahale odasına girdi.
Muhtemelen rahatlatmak için biraz kan takacaklardı. Ben bir içeri doğru bakmaya
çalışıyordum bir Murat’ a. Murat, içeri giren görevliyi görünce biraz daha
sakinleşmiş yanıma gelmişti.
“Ne
yapıyorlar?”
“Sanırım
kan vererek kalbini rahatlatmaya çalışacaklar. Aslında yeni verilmişti.” Kağan
Bey içeriden yanımıza geldi.
“Lina
iyi, sanırım biraz yorulmuş. Çok az kan takviyesi yapacağım. Bir kanını da
ölçtüreyim. Ilk defa oluyor değil mi Zeynep?”
“Yani
evet doktor bey. Nefesinin yetmediği olurdu ama bayıldığı ilk defa oldu.”
“En
sonki tedavi yeterli gelmemiş olabilir. Korkulacak bir durum olduğunu
düşünmüyorum. Bu arada beyefendi Lina’ ın bir yakınımı? Hoşgeldiniz.” Diyerek
doktor bey Murat’ ın elini sıktı. Ben nasıl cevap vereceğimi düşünürken;
“Dayısıyım.”
Deyiverdi. Murat’ a bakıp kalmıştım. Kağan Bey sevinçle gülümsemişti.
“O!
çok sevindim. O zaman doku örneği vermek için geldiniz değil mi? Bu o zaman çok
sevindirici bir haber doğrusu.” Demişti. Ben Murat’ a bakmış kalmıştım. Murat,
doktor beye bakıyordu.
“Evet
evet inşallah dokum uyarsa Lina’ a seve seve bağış yapmak isterim. Durumu
hakkında bilgi alabilir miyim acaba doktor bey?”
“Evet
tabi, iki senedir bir tedavi sürecimiz oldu. Bunu ne yazıkki dokulara
ulaşamadığımız için mecburiyetten izlediğimiz bir yoldu. Lakin tedavinin
yetersiz olduğu döneme geldik. Hastamız son dönemde değil bizi umutlandıran en
güzel haber bu. Lakin ne kadar hızlı hareket edersek o kadar iyi olacak.”
“Peki
dokumun uyuşup uyuşmayacağı ne zaman belli olur?”
“Bir
haftaya belli olur. Tabi bu esnada diğer vericilere de ulaşabilsek çok güzel
olurdu. Anne, babanız örnek vermeyi kabul ettiler mi?”
Murat
ben orada değilmişim gibi yalnızca doktor beye bakarak konuşuyordu.
“Gerekeni
yapacağım. Başka bağışçı olabilecek bir kişi yok mu?” Doktor bey de ben de
Murat’ ın kimi sorduğunu anlamıştık. Doktor bey, benle ilgili tüm gerçekleri
biliyordu. Böylesine bir hastalığımız olunca doktorlarımız da evimizin içinden
bir aile ferdi gibi olmuşlardı. Belki kendime söyleyemediğim bir çok gerçeği
doktor beyle paylaşabilmiştim.
Hayatında
görmediği olay, şahit olmadığı ilişki seviyesi ve tanımadığı kültürde aile
şekli kalmayan doktor beyin, profesyonel bir psikoloğu aratmayacak kadar da
başarılı konuşmaları olurdu. Öyle konuşmalar yapardı ki hayat kurtarıcılığı
yalnızca elindeki şifayi özelliğiyle olmuyor bazen diliyle sarfettiği
sözcüklerle de olabiliyordu. Aynı bu konuşmada olduğu gibi:
“Yol
yakınken ulaşılabilecek tüm akrabalarına ulaşması için Zeynep Hanım’ ı
yönlendirdim. Tabiki dokunun uyuşması açısından anne ve babanın dokusu daha
yüksek ihtimalli görünüyor. Zeynep Hanım’ ın ne yazıkki başına talihsiz bir
olay gelmiş. Tabi herşey geçmişte kalmış bizim için önemli olan tek bir gerçek
var o da; Lina’ ı şifasına ulaştırmak. Bunun için de babaya da ihtiyacımız var.
Bunun için Zeynep’ ten babayı bulmasını istedik. Siz de bu yolda ona destek
olursanız, hepimiz destek olursak bu zor günleri daha hafif atlatabiliriz.
Lina, daha çok küçük ve kanser. O daha fazla üzülmeden, sarsılmadan ona
yaklaşılırsa herşey daha güzel olacaktır. Şu koridorlarda nasıl yaşantılar
gördüm inanamazsınız.” Arkasına dönüp eliyle koridoru gösterdi. Kağan Bey’ in
gözleri dolmuştu. Derin bir nefes aldı.
“Tıbbın bana öğretemediği birşey
vardı. O da aile olabilmeyi bilmek. Biz de acılarıyla güçlenen bu aileler
sayesinde aile olmayı öğrendik. Hastalık öldürürmüş acılar güçlendirir.”
Murat,
başını sallıyordu. Hemşire yanımıza gelmiş Lİna’ ı çıkarabileceğimizi
söylemişti. Doktor Beyle vedalaşıp Lina’ nın müşahede odasındaki yatağına
gittik. Ona kocaman sarılmıştım.
“Hani
anne bana iğne yapmayacaklardı söz vermiştin. Hani beni oyun oynamaya
götürecektin.” Diyerek ağlıyordu. Çok sinirlenmiş tüm hıncını ağlamaktan
alıyordu. Arada güçsüz kollarıyla bana vuruyor ama ben acıyormuş gibi
yapıyordum.
“Uf!”
diyerek kollarımı ovalamıştım. Kendisinin yaşadığı acıyı bana da yaşatmak
istiyordu. En nihayetinde rahatlamıştı. Artık ağlamıyor sadece kızgın kızgın
bakıyordu. Murat geriden bizi izliyordu.
“Özürdilerim
prensesim. Inan böyle olabileceğini ben de tahmin edemedim. Sen hafif
rahatsızlanınca doktor abilerin acilen sana tekrar kan takmanın iyi geleceğini
düşündüler. Sana gerçekten tüm samimiyetimle söylüyorum; seni hastaneye iğne
yapmaları için getirmedim.”
“Neden
getirdin o zaman?”
“Benim
için geldin.” Dedi ardımda duran Murat. Böyle cevap vermesini beklemiyordum ama
artık kalbinin merhametle dolduğuna inanabiliyordum. Lina, bakıp kalmıştı.
“Anne,
bu amca kim?”
“Dayın
anneciğim. Bizi ziyarete gelmiş.” Dedim. Lina’ nın boncuk mavisi gözleri
yuvalarından çıkacakmış gibi büyüvermişti. Elleriyle kocaman açılmış ağzını
kapatarak:
“Gerçekten
mi? Dayı!” diyerek bir sevinç çığlığı koparmıştı. Murat pembe çeketini ve
ayakkabısını giydirerek kucağına aldı. Bense onları geriden izlemekle
yetinmiştim. Lina benim varlığımı unutmuşa benziyordu. Içim bir hoş olmuştu. Sevinmek
için çok erken olduğunu biliyor, kalbim sonradan kırılacak diye çok
korkuyordum. Belki de her an insanların beni inciteceği düşüncesine şartlanmış
olmam belki de Murattan çok bana yer etmişti kim bilir.
Hastanenin
bahçesine çıkmış onlar önde ben arkada yürüyorduk. Hastanenin dış tarafında bir
otopark vardı. Murat, Lİna’ a otoparka gideceğimizi söylüyordu. Doğrusu Murat
bizi nereye götürüyor bilmiyordum. Sorarak bu tatlı anı bozmak istemiyordum.
Ardına takılmış yalnızca yürüyordum.
Lüks
bir arabanın yanına geldiğimizde Murat, anahtarlarıyla kapıyı açmıştı.
Kiraladığı arabayı hayatında ilk defa gören kişi Lina değildi. Arabaya binmiş
ve çok lüks bir restorantın önünde durmuştuk. Yolculuk boyunca hiç susmayan
Lina hala konuşuyordu. Murat ise Lİna’ nın son sözlerine kadar onu sabırla
dinliyordu. Lina, Murat’ a sürekli sorular soruyor ama cevabını beklemeden
kendisini anlatmaya devam ediyordu.
Restorandan içeriye girdiğimiz de
yine ağzı açık kalan tek kişi Lİna olmamıştı ben de böylesine lüks bir mekana
hayatımda ilk defa geliyordum. Bırak böylesine lüks bir mekana gelip yemek
yemeyi Fatma Abla ve Hayat ile tanışana kadar aç kaldığım günler bile olmuştu.
Paramı tedavi masraflarına zor yetiştirebiliyordum. Hayat ne garipti. Iki aynı
yuvadan çıkmış iki uç noktada yaşamını sürdüren iki kardeş.
“Şöyle
geçelim mi?” dedi bana eğilmiş duran Murat, bense başımı kaldırmış avizelerde
kaybolmuştum. Böyle seslenince irkilerek:
“Ah
evet, tabi olur.” Diyebilmiştim. Garson bayan, Lina’ ı çoktan oyun alanına
götürmüş orada çocuklarla ilgilenmesi için görevlendirildiğini düşündüğüm çıtı
pıtı bir kızla tanıştırıyordu. Murat ile biz de oyun alanını görebileceğimiz
bir masaya oturmuştuk. Restorantın loş, koyu renklerle bezenmiş, dinginlik
veren bir havası vardı. Garson siparişlerimizi sormuş ben hiç anlamadığım
menüden yalnızca Murat’ ın istediklerinden aynısı diyebilmiştim. Yanımızdan
gittiklerinde ben hala Lina’ ı izliyordum. Restorantta neredeyse boş
diyebilecek kadar müşteri vardı. Oyun alanında ise tek Lina vardı. O yüzden
kafam rahattı. Düşecek, biri çarpacak diye bir kaygım yoktu.
“Nasılsın?”
Deyince Murat yine dalmış olduğum dünyadan sıyrılmış Murat’ a bakmıştım.
“İyiyiz
çok şükür. Sen nasılsın? Annem, babam nasıl?” soruyordum sormasına ama içimden
cımbızla koparıyorlardı sanki bu soruları.
“Senden
sonra hiç iyi olmadılar Zeynep.” Derin bir iç çekmiştim.
“Çok
üzgünüm hepinize yaptıklarımdan ötürü.” Masaya bakıyordum. Yüzüne bakacak hal
kalmamıştı ben de. Ondan ses bile çıkmıyordu.
Konuşacak
çok şey vardı. Ikimizin de aklında birikmiş onca soru dudaklarımıza kadar gelip
yüreğimizde açılmış yaradan içine çekilir gibi yüreğimizin derinliklerinde
gömülüp kaybolup gidiyordu.
“Hatalıyım
biliyorum. Ben de insanım sonuçta Murat, gençtim körpeydim. Ben de ister miydim
başıma böylesine büyük bir felaket gelmesini. Aklımın ucundan bile geçmezdi;
böylesine bir hataya düşeceğim. Kendisine konduramıyor insan. Yok diyorsun
hayatta yapmam. Salak mıyım ben? Anlamam mı beni kandırmak isteyen birini,
nasıl da aldanırım. Başkasında duysam, bir arkadaşım gelip dese bana böyle bir
hata yaptım. Bana şu söyledikleri asla samimi gelmezdi. Ama yaptım işte böyle
bir hataya düştüm.”
“Neden
evlenmedin peki? Böyle bir hata yaptın, biz seni o gün gördüğümüzde; babamdan
habersiz evlendin sanıyorduk. Daha bugün öğrendim evli olmadığını.”
“Öyle
ya insan hergün nüfustan nüfus kayıt örneği almıyor. Oysa Lina da ben de
babamın kütüğünde görünüyoruz.” Bana bir mazlummuşum gibi bakıyordu.
“Evet
bugün farkettim. Babası kim Zeynep? Neden evlenmedin?”
“Evliymiş.”
Dediğimde Murat yıkılmıştı. Yumruğunu sıkıp gözlerini kapatarak başını çevirdi.
Sonra derin bir nefes aldı ve kendisini tekrar toparlayarak konuşmaya devam
etti.
“Eh
sen farketmedin mi?”
“Çok
küçük görünüyordu. Diyorum ya işte gençlik cahilliğim. Yaşını bile ayırt
edemeyecek kadar cahildim demek. Bilemiyorum. Evli olduğunu söylememişti.
Başımdan bu olay geçip hamile kaldığımı öğrendiğinde; evlenemeyeceğimizi,
sebebinin de zaten evli olduğunu söylemesiyle gün yüzüne çıktı.”
“Şerefsiz
herif! Neden beni aramadın? Neden yardım istemedin?”
“Ne
değişecekti ha Murat? Ben hatayı en başta yapmıştım. Tanımadığım bir adamla
görüşmekle; anneme babama hatta arkadaşlarıma bile danışmadan onunla görüşmeye
ısrarcı olmakla yaptım. Bundan sonra ne benle evlenebilir ne de çocuğumu bana
gösterirdi. O saatten sonra annem de babam da beni bu halimde kabul etmezdi.”
“Haklısın.
Keşke Lina’ ı dünyaya getirmeseydin diyemiyorum. Seni anlıyorum. Bense senin
hakkında yanılmışım. Ben daha çok o zamanlarda seni avrupai takılan kızlar gibi
yaşıyorsun sandım. Hoş Amerika’ ı da gittim gördüm. Aile kültürüne
sandığımızdan çok daha fazla önem veriyorlar. Ben senin bu şekilde
kandırıldığını hiç tahmin etmemiştim. Annem babam da öyle düşünmediler. Hoş
babam durumu öğrense duyguları değişir mi hiç sanmıyorum. Eskisi gibi değiliz
artık Zeynep anlıyor musun?”
“Tahmin
edebiliyorum.” Diyebilmiştim zar zor.
“Ara
ara Türkiye’ e geliyorlar. Ben de eksik olan bir evrakım vardı onun için
gelmiştim. Ben de çok uğramıyorum buralara.”
“Eksik
evrak derken okul için mi?”
“Yok
ben okulumu bitireli çok oldu. Orduya katıldım.” Yutkunmuştum.
“Orduya
katıldım derken Türk Subayı olarak diyorsun değil mi?” Amerikan Ordusunun
şartları ne kadar ağır olduğunu oldum olası bilirdim. Her yerde ölüm var her
yerde terör var elbet ama yine de Türk Ordusu olmasını içten içe diliyordum.
“Hayır,
Amerikan Ordusu. Açıkcası orduya katılabilmek benim için çok zor oldu. Ama
sonunda başardım. Orduya Kabul edilebilmek için formalite bir evlilik yaptım.”
“Ama
anlamıyorum Murat. Neden Amerika dahası neden ordu? Biliyorum size çok zarar
verdim. Ama benimle görüşmeden de burada ki kurulu düzeninize devam
edebilirdiniz.”
“Yo
benim olayım seninle ilgili değil. Kendine bunu yapma. Annem ile babam evet
biraz kırıldılar. Tamam çok kırıldılar belki ama seneler geçtikçe sensiz de
yaşamaya alıştılar. Bilmiyorum belki Amerika onlara iyi geldi. Bense artık geri
dönemem. Böylesi benim için en iyisi oldu anlayacağın. Peki sen babasını ne
yapacaksın? Yani biliyor mu bir kızı olduğunu?” sadece kafa sallayabilmiştim.
“Bunu
Lina ve babasına bildirmeden yapmaya çalışacağım.”
“Ama
bu nasıl olacak ki? Sakın ha bir hata daha yapayım deme.”
“Yo
yo asla. Şuan için tek planım babasını bulmak.”
“Numaram
artık sen de var. Yarın dönüyorum. Ama olur da bir ihtiyacın olursa telefon
etmen yeterli.” Bu sözler yabancı bir insandan duyabileceğim en samimi duygular
içerebilecek kadar soğuk sözlerdi. Lina ile görüşmek isterim, hergün mutlaka
görüşelim, sakın aramamazlık yapma gibi sözler dökülmemişti dudaklarından.
Yalnızca acil durumlarda onu rahatsız edebileceğimin sınırını çizivermişti.
Yine
de ayrılırken ona sımsıkı sarılmış, kokusunu uzunca içime çekmiştim. O da
sımsıkı sarılmıştı. Yarım kaldığı yeri kalp tamamlamak istercesine bir mıknatıs
gibi çekiyordu bizi birbirimize. Silmek istediğimiz anılarımız bir yapboz gibi
parçalarını tekrar canlandırıyordu hafızalarımızda. Yüreğimiz çarparken
vücudumuzda oluşturduğu sıcaklığın etrafa yaydığı kokusu bir yuvanın içinde
piştiği taze ekmek kokusu kadar lezzetliydi. Dahası canımı daha çok yakıyor,
içinde yandığım hasrete bir türlü su serpmiyordu. O zaman anladım ki hiçbir şey
eskisi gibi olmayacak.
Lina’
nın elini tutmuş ona giderken el sallıyorduk. Lina hiç böylesi bir sıcak yuvaya
sahip bile olamayacaktı. Ben kaybettiğime mi yanayım yoksa kızıma böylesine
sıcak bir yuvayı veremeyeceğime mi yanayım şaşmıştım doğrusu. Onun değil bir
kardeşi olması babası bile olamayacaktı. Biricik yavrum bu dünyada hep tek
başına kalacaktı.
Eve
nasıl geldik de ben Lina’ ı Fatma Ablaya bırakıp hastaneye gelebildim
bilemiyordum. Bedenim bir yerden bir yere savrulup duruyordu. Yorgun bir yüzle
arkadaşımın yanına nöbet teslim almaya gelmiştim. Deske doğru yanaşıp geriden
notları okumaya çalışıyordum. Her ne olursa olsun her zaman güler yüzle gelmeye
çalışır her zaman iyi bir hemşire olmaya çalışırdım. Arkadaşlarımla da hastalarımla
da sürtüştüğüm asla olmazdı. Herbirine anlayışla yaklaşır belki de anneden çok
daha şefkat dolu olurdum çalışma saatlerimde.
Yüzümün
düştüğünü onlar da görebiliyordu. Ama üstüme gitmiyorlardı. Çünkü ben
muhabbetle zaman öldüren insanlardan değildim. Hızla işimi yapar nöbetimi
tamamlar oyalanmadan evime kızımın yanına dönerdim. Belki bazı sabahlar
kızların rahatça kahvaltı yapabilmesi için işimi uzatır serviste ayak sürürdüm.
Gündüzleri yoğun geceleri biraz daha sakin olan bir servisti bizim servis. Ben
de Fatma Ablanın desteğinden sonra geceleri nöbete kalmaya başlamıştım.
Sağolsun Fatma Ablam, kızımla daha çok vakit geçirebilmem için kendisi böyle
bir teklifle gelmişti bana. Kanserli bir çocuğun gece bakımı da hiç kolay
olmuyor yavrum bazı zamanlar hala bir bebek kadar cetin ateşlerle mücadele
etmek zorunda kalabiliyor. Buna rağmen mutlaka nöbetten gelince bir iki saat
Fatma Abla, dinlenmemi sağlardı. Bazen de daha fazla nöbet tutmam gerekirdi.
Tedavi masraflarına çoğu zaman ancak fazla mesai yaparak yetişebiliyordum.
Işlerimin arasında bazen acaba şans bize de gülecek mi diye düşündüğüm olurdu.
Acaba şans bize de gülecek mi? Bugün
Muratla görüştüğüm için şirketleri dolaşamamıştım. Ilk işim nöbetten çıktığım
gibi şirketleri dolaşmak olacaktı. Sadece tek umudum; benim ya da Murat’ ın,
birimizden birinin dokusu Lina’ a uyması ve babasının bir damla kanına bile
muhtaç olmamamdı. Ama beklemek için zamanımız yoktu. En azından adresini
netleştirmeliydim.
Ertesi sabah ve diğer ertesi sabah
kampüsüme yakın olan tüm şirketleri tek tek dolaşmıştım. Her departmanın insan
kaynaklarından soruşturmuş ve Bir Allah’ ın kulu Kutsal çıkmamıştı. Artık
internet üzerinden baktığımız şirket listesini tamamlamış önüme gelen her
binaya girer olmuştum. Girdiğim iş merkezlerinin inşaat sektörüyle ilgili olup
olmadığına bile bakmıyordum. Böyle nasıl bu adamı bulacaktım doğrusu aklım
almıyordu. Şirketlere bakmaktan başka aklıma mantıklı bir fikir gelmiyordu. Bu
da son şansım dediğim bina da yoktu. Hangi biri son olsun ki? O kadar çok bina
var ki sanki İstanbul’ un tüm şirketleri bu semte toplanmış gibiydi.
Belki de bu semtte değildi. Yo yo
bana buralarda ki bir semtte çalıştığını söylediğinden emindim. Yoluma çıkan
bir binaya daha girdim. Alka Holding diye yazıyordu. Kapı önünde duran görevli
bayana nereye gidebileceğimi sormuştum. Her zamanki gibi beni yine insan
kaynaklarına yönlendirmişti. Beklediğim cevabı aldıktan sonra asansörle dediği
kata çıktım. Insan kaynakları bölümünü buldum.
Oldukça
büyük bir bölmeyi kaplıyordu. Bir kaç çalışan vardı. Ben kapıya daha çok yakın
olan bayana doğru yaklaştım.
“İyi
günler.”
“Merhaba
buyrun hoşgeldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
“Burada
daha once çalışmış birini arıyorum. Yalnız soyadını bilmiyorum sadece ismini
biliyorum yardımcı olabilir misiniz?” Bayan bana soru dolu gözlerle kısa bir
süre baktı. Nasıl yardımcı olabileceğine o bile şaşmıştı. Sadece elinde bir
isim var ve bu şirkette o isimle çalışan kaç kişi vardır diye aklından
geçiriyordu. Yine de çalışma prensibi olarak kendisine yöneltilen soruyu
cevaplamak zorunda olduğu için bilgisayarında çalışan personel listesini açtı.
“Evet,
bana ismini söylerseniz size yardımcı olmaya çalışacağım.”
“Kutsal.”
Dedim. Kadın öylece ekrana bakıyor, parmakları klavyenin üzerinde sabit bir
şekilde bekliyordu. Bense yazmasını bekliyordum. Neden yazmıyordu ve neden öyle
donakalmıştı? Yazmadan tekrar bana döndü.
“Siz
bu şirketin sahibi Kutsal Beyi mi arıyorsunuz?” Bayana şaşkın gözlerle
bakıyordum. Ne dediğini doğrusu
anlamamıştım.
“Hayır
benim bahsettiğim Kutsal, kapıda geceleri güvenlik görevlisi olarak
çalışıyordu.” Bu cümleyi söylerken masada oturan tüm çalışanların konuşmamızı
dinlediğini farketmiştim. Ortamın nabzı hızlı atmaya başlamıştı. Herkes işini
bırakmış bize kitlenmişti. Bense hatalı bir konuşma yapmışım da kendimi tekrar
ifade etmeye çalışan bir kişi gibi hissediyordum. Üzerimde büyük bir baskı
vardı.
“Yani
ben öyle biliyorum.” Arkamdan biri gelmişti. Onun geldiğini farkeden herkes
ayağa kalktı. Ben de kime böyle ayağa kalkıyorlar diye döndüğüm de kumral,
benim yaşlarımda ama benden daha genç görünen yüzünde rahatsız etmeyen kumral
sakalı olan yakışıklı bir adam karşımda duruyordu. Herkes ayağa kalkınca
bahsettikleri Kutsal’ ın bu adam olabileceğini düşündüm.
Bu
yakışıklı beyefendi bana oldukça dikkatli bakıyordu. Nereden tanıyordum acaba
ben bu adamı? Siması bana o kadar çok tanıdık geliyordu ki sanki yıllar
öncesinde çok yakından tanıdığım bir arkadaşımı görmüşcesine kendimi ona karşı
yakın hissediyordum.
“Buyrun
hanımefendi.” Dedi. Ben şaşırmıştım. Muhtemelen düşündüğüm gibi Kutsal denilen
adam buydu ve ismini duymuştu. Kendisini aradığımı düşünerek bana buyrun
demişti.
“Anlayamadım.”
Diyebildim. Oldukça yakın mesafede durmamıza rağmen bana biraz daha yakınlaştı.
Bu hareketinden biraz rahatsız olmuştum. Kendimi biraz geriye çektim.
“Bana
öylesine baktınız ki bir şey söyleyeceğinizi düşündüm.” O zaman çok utanmıştım.
Hiç farkında değildim. Herkes bize bakıyordu. Muhtemelen suratım kıpkırmızı
kesilmişti. Ne diyeceğimi bilemedim.
“Afedersiniz,
ben sadece buraya birisini sormaya gelmiştim. Bir anda siz girince aradığım
kişi olabileceğinizi düşündüm. O yüzden dikkatli bakmış olabilirim. Kusura
bakmayın.” Adam biraz once benim konuştuğum bayana bakarak;
“Hanımefendi
kimi arıyor Beren Hanım.” Dedi.
“Hanımefendi,
Kutsal isminde birini arıyor. Lakin aradığı Kutsal ismindeki beyefendi abiniz
mi onu bilemediler Oytun Bey.” Deyince şok olmuş bir şekilde adama
bakakalmıştım. Aman Allahım diye geçirdim aklımdan. Acaba Kutsal pisliği, bu
adamın abisi olabilir miydi? Hafızamı zorlamaya, yıllarca aklımdan silip atmaya
çalıştığım, unutmaya ramak kalmış olduğum adamın o pis suratını hatırlamaya
çalışıyordum. Bu hissettiğim anımsama, kardeş benzerliğinden kaynaklı olabilir
miydi? Aklım da kalbim de yerinden çıkacak gibi hissediyordum. Göğsüm sıkışmış,
heryer etrafımda dönmeye başlamıştı. Elimle dayanacak bir yerler aramaya
çalışıyor ama dayanacak hiçbir yer bulamıyordum. Hayatımda olduğu gibi dayanacak
ne bir kimse ne de bir yer vardı.
“Hanımefendi!
Hanımefendi! İyi misiniz?” diyerek bayan oturduğu yerden fırladığı gibi koşarak
yanıma gelmişti. Ondan biraz destek alarak kendimi toparlamaya çalıştım. Bir
elimle onun kolunu diğer elimle de başımı tutuyordum.
Yanımda
duran adamın oldukça canı sıkılmışa benziyordu.
“Beren
Hanım, hanımefendiyi benim odama alalım. Bir de soğuk su getirin.” Dedi ve
fırlayarak yanımızdan ayrıldı. Hışımla nereye gitmişti hiçbir fikrim yoktu.
Bayan bana destek olarak yavaş yavaş onun odasına beni götürmüştü.
Oldukça
özenle döşenmiş odaya girdik. Tüm odalar cama mekandı. Bu oda da öyleydi. Iki
yanı duvar iki yanı camdı. Dışarıyı gösteren camlar sanki güneşi odanın içinde
barındırıyor gibi parlaktı. Gözlerim kamaştı. Manzara ise muhteşemdi. Odanın
bir başında oturma köşesi diğer başında prototip yapılar vardı. Başımı sağa
çevirince odada bir kaç tane olduğunu görebiliyordum. Dışarıda da bir çok yerde
yaptıkları projelerin maketleri duruyordu. Muhtemelen bu odada olanlar henüz
gerçekleştirilmemiş muhtemelen yapım aşamasında olan projelerdi.
“Biraz
daha iyi misiniz?” diyerek bana nazikçe sordu.
“Evet,
teşekkür ederim.” Önümdeki suyu göstererek:
“Lütfen
buyrun.” Dedi. Sudan bir kaç yudum aldım. O ise beni yalnızca izliyordu.
“Aradığınız
kişi; Kutsal Altınkaya mı?”
“Ne
yazık ki soyadını bilmiyorum. Ama bahsettiğiniz abiniz yani bu şirketin sahibi
olan kişiyse aradığım kişinin o olduğunu sanmıyorum. Çünkü benim aradığım kişi
güvenlik görevlisiydi. Geceleri binanın kapısında görev yapardı. Maddi durumu
iyi değildi. Yani bana öyle söylemişti. Bir kardeşi olduğundan bahsetmişti.
Evli ve bir çocuk babasıydı.”
Ciddi
ve oldukça düşünceli görünüyordu. Boşluğa uzunca baktı. Sonra rüyadan uyanmış
gibi bir anda bana bakarak;
“Peki
neden aradığınızı sorabilir miyim? Soyadını bilmediğinize gore çok yakından
tanımıyorsunuz.”
“Çok
üzgünüm size neden aradığımı söyleyemem. Zaten abiniz olduğunu da hiç
sanmıyorum. Yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederim.” Diyerek tam ayağa
kalkacaktım ki;
“Lütfen
lütfen yanlış anlamayın, ben size yardımcı olmak için soruyorum. Abim olduğunu
ben de sanmıyorum. Ama eğer yeterli bilgiyi edinebilirsem size yardımcı
olabilirim.” Bir an duraksamıştım çünkü kaç gündür şirket şirket gezerek bu
adama ulaşabileceğimi sanmıyordum.
“Peki
nasıl yardımcı olabileceksiniz ki?”
“Öncelikle
bu şirkette çalıştığına emin misiniz?”
“Hayır
ne yazıkki hangi şirkette çalıştığını da bilmiyorum.” Kendisini geriye attı:
“Anlamıyorum.
Nerede çalıştığını bilmiyorsunuz, soyadını bilmiyorsunuz. Elinizde tek bir
bilgi var adı Kutsal, güvenlik görevlisi. Şirket şirket aradığınıza gore ev
adresini de bilmiyorsunuz. Ama mutlaka bulmanız gerekiyor. Peki neden?”
Başımı
iki yana sallamıştım.
“Çünkü
bulmam gerekiyor. Ne yazıkki bunu sadece bulduğum an ona söyleyebilirim.
Yardımınız için gerçekten çok teşekkür ederim. Sanırım bu bilgilerle sizin de
eliniz kolunuz bağlanıyor.”
Ayağa
kalkmıştım. Oldukça düşünceli görünüyordu. Neden benle bu kadar çok ilgilenmeye
çalışmış anlam verememiştim. Bense eli boş bu şirketten de ayrılıyordum.
Benimle birlikte şirketin içinde yürüyordu. Bense asansöre doğru gidiyordum.
Asansöre geldiğim de çağırma düğmesine bastım.
“Bu
benim kartım. Numaramı alın lütfen ihtiyacınız olan her zaman arayabilirsiniz.
Size yardımcı olamadığım için çok üzgünüm.” Diyerek elimi sıkmıştı. Asansör
gelmiş kabine girmiştim. Sıfır tuşuna basmıştım. Kapılar kapanırken o anlam
veremediğim benzer gözlere son kez bakıyordum.
3. BÖLÜM
Nöbete gitmek için hastanenin yolunu
tutmuştum. Hala onun kahverengi gözlerini düşünüyordum. Kutsaldan çok farklı
bir karakteri vardı. Nazik, düzgün bir beyefendiye benziyordu. Kutsal, o
zamanlarda hiç de şirket sahibi olan bir işadamı edasında değildi. Giyimiyle ve
hareketleriyle benim gibi bir mahalle çocuğuydu.
O zamanlarda oldukça sosyete
meraklısı bir kız olduğum için modellerin bile giydikleri son moda kıyafetleri
takip ederdim. En pahalı markaları bilirdim. Alamazdım ama paparazzi dergileri
ve moda dergilerini takip etmek benim en keyif aldığım hobimdi. Emindim. Asla
Oytun Bey’ in üzerindeki takım elbiseler gibi vitrinden çıkma kıyafetler
giymezdi. Daha çok spor giyinir ve asla pahalı bir marka olmazdı. Daha çok
üniversite yıllarında burnu sürtmüş genç oğlanlar gibi takılırdı. Insanda biraz
olsun zenginlik yer etmez miydi? Kıyafeti basit de olsa hal ve hareketlerinden
belli olurdu. Yok bir türlü Kutsal’ ı Oytun’ un yerine koyamıyorum. Olmuyor.
Bence benim aradığım Kutsal bu holdingin sahibi olan adam değil.
Düşünceler içinde hastaneye ulaşmış.
Nöbete başlamıştım. Hasta listesini tamamlayıp gece yapacağım ilaçları
hazırlamaya başlamıştım. Servis her zaman ki gibi sakindi. Sabah yoğunluğunu
sabahki arkadaşlar çoktan temizlemiş bana pırıl pırıl bir servis bırakmışlardı.
En azından evrak işlerini bana bırakmalarını söylüyordum. Yetişemedikleri bazı
zamanlar gereksiz evrak işlerini bana bırakırlardı. Hasta bakımının dışında o
kadar çok alakasız işlerimiz olurdu ki bazı arkadaşlar o işleri tamamlayayım
darken hastasının yüzünü görmeden vardiyasını bitirirdi.
İşlerimi yaparken bir yandan da
Kutsal’ a nasıl ulaşabileceğimi düşünüyordum. Şirket şirket dolaşmak beni çok
yoruyordu. Keşke örnek sonuçları uyumlu çıksa ve bu çileden kurtulsam diye dua
ediyordum.
Her zaman olduğu gibi hastalarımla
güler yüzlü bir şekilde ilgilenmiş, arkadaşlara destek olması adına yarın
yapacakları işlerin çoğunu halletmeye çalışmıştım. Günün yorgunluğu üzerimde
olmasına rağmen dinlenerek geceyi geçiremezdim. Pakette yoğunluktan
yerleştiremedikleri ilaçları dolaplarına yerleştirdim. Kullanacakları malzemeleri hazırladım. Ilaç kayıtlarını hem
deftere hem bilgisayara geçirdim. Servisin bilgisayarda günlük işlenmesi
gereken kayıtlarını gece yarısından sonra işleyip masanın başında biraz
gözlerimi dinlendirdim.
Sanki saatlerce uyumuşcasına kendimi
dinlenmiş hissettiğim an uyandığımda yalnızca kırk dakika uyuyabilmiştim. Sabah
olmak üzereydi. Hemen sabah tedavilerimi hazırlayıp hastalarımın yanına gittim.
Güne güzel uyanmaları adına onları çok neşeli uyandırıyordum. Çok ağır
vakalarımız yoktu. Daha çok sevgiye ve ilgiye ihtiyaç duyan zihinsel engelli hastalarımız
olabiliyordu. Beni gördüklerinde o kadar çok mutlu olurlardıki işte onların
sevinci bana tüm gün yeterdi. Herbirinin sabah bakımlarıyla ilgilendikten sonra
hızla kıyafetimi giymiş nöbet devriyesine ilk gelen arkadaşıma devredip
hastaneden çıkmıştım.
Kaç gündür Lina ile
ilgilenememiştim. Bugün onunla birlikte vakit geçirecektik. Hava güzeldi ve ben
Lina’ ma kavuşmak için hızla yürüyordum. İstanbul’ da en çok sevdiğim semt
bizim semtimizdi. Koca devasa gökdelenlerin olduğu, geceleri alışveriş
merkezlerinin hareketliliğiyle kendisini başgösteren İstanbul’ un en işlek
semtlerinden çok farklıydı bizim oturduğumuz semt. Belki yarım saat kırkbeş
dakika ileride yine o canlı hareketli lüksün olduğu yerlere rastlayabilirsiniz.
Burası işte o işlek semtlerin arasında sıkışıp kalmış olan normal bir mahalledir.
Kendi hastanesi olan, yollar boyunca kendince küçük dükkanları olan bir yerdir.
Fırıncısı, kuaförü, pastanecisi,
emlakçısı, marketçisi ve bunun gibi daha nice dükkanlar hep bir yol boyunca
sıralanır ve üzerlerinde de apartmanlar vardır. Biz de bu yola çıkan ara bir
caddenin apartmanında oturuyoruz. Bu semtin yoluna bakan evler, diğer semtlere
gore daha ucuz; mahallenin ara sokaklarına düşen evlerin kirası ise daha da
ucuzdu. Tam apartmanın kapısını açmıştım ki Hayat daha yeni evden çıkmış
hastaneye gidiyordu.
“Hayırdır sen daha gitmedin mi işe?”
telaşla ayakkasını düzelterek;
“Ay sorma gece geç yatmıştım.
Uyanamamışım. Geç kalıyorum. Seninle de konuşmadık yarın da sen nöbetçisin
artık Allah Kerim ne zaman konuşuruz. Hadi öptüm bay.” Diyerek yanaklarımdan
kocaman öpüp telaşla koşmaya başladı. İçi sıcacık kalbi tertemiz, damarlarında
bile asla kirli kan dolaşmayan melek arkadaşım benim diyerek arkasından
koşturmacasını izledim. Şaşkın yine internete dalmış ve uyumamıştı. Haylaz.
Fatma ablalar bizim evdeydi. Eve
girdiğimde derin bir sessizlik hakimdi. Ikisi de mışıl mışıl uyuyordu. Ben de
bu anı fırsat bilip onlara ses çıkarmadan kahvaltı hazırlamaya başladım. Belli
ki gece Fatma abla için zor geçmişti. Masaya herşeyi koymuş ve çayı da
demlemiştim. Kendime demlediğim çaydan koyup koltuğa oturdum. Daha fazla ses
yaparak onları uyandırmak istemiyordum.
Biraz vakit geçmiştiki Fatma Abla,
uyanmış yanıma geliyordu.
“Hoşgeldin neden uyandırmadın?” dedi
sessizce öperek.
“Çok tatlı uyuyordunuz kıyamadım
abla. Gece hasta mıydı?”
“Yok çok şükür bugün biraz rahattı.
Benim içim geçmiş azıcık.” Rahat bir nefes almıştım. Gülümsedim.
“Bak şuna kahvaltı da hazırlamış.”
“Lina uyansın yapalım birlikte
dediydim.”
“Ellerine sağlık yavrum keşke sen de
yataydın.”
“Dinlendim gece ben. Iyiyim.”
“Bugün öğretmeniniz gelecek dün de
geldi. Bilgin olsun.”
“Ay o benim tamamen aklımdan
çıkmıştı. Ben de Lina’ ı biraz dışarı çıkarırım diye düşünüyordum. Neyse biz de
evde pasta yaparız.” Dedim. Minik prensesim uykuyu çok seviyordu.
Kalkmayacağını anlayınca Fatma Abla ile beraber kahvaltı yaptık.
“Ne yaptın, buldun mu şu menhus
adamı?”
“Yok abla nerde İstanbul kazan ben
kepçe arıyorum.”
“İnşallah muhtaç kalmazsın da
seninki oluverir.”
“İnşallah abla yarın ya da ondan
sonraki gün sonuç belli olacak.”
Lina uyanmıştı. Birlikte kahvaltı
yapıp ders vermeye gelecek olan öğretmenimize pasta hazırladık. Öğretmenimizin
ne zaman geleceğini bilmiyordum. O yüzden Lina ile birlikte televizyondan çizgi
film izlemeye karar verdik. Evde Lina ile birlikte vakit geçirmeyi seviyordum.
Öğretmen gelmişti. Onlarla birlikte ben de dersleri dinliyordum. Lina henüz
okul öncesi öğrencisiydi. Talebimiz üzerine Lİna’ nın okul öncesi eğitim alması
için eve öğretmen göndermeyi kabul etmişlerdi. Birlikte etkinlikler yapıp
çizimler ve önmatematik çalışıyorlardı. Lina kendisini o kadar çok değerli
hissediyordu ki bu mutluluğu görülmeye değerdi. Bir şeyleri başarıyor olmak ona
mutluluk veriyordu.
Lina ile birlikte onlar ders
çalışırken ben de onlara pastadan götürmüştüm. Öğretmen yeni mezun olmuş genç
bir bayandı. O yüzden biz onunla o da bizimle çekinmeden görüşebiliyorduk.
Akşam yemeğini bizle beraber yemişti. Lina buna çok mutlu olmuştu. onu aynı
zamanda arkadaşı gibi görüyordu. Yavrumun yazık kendi yaşında bir tane bile
arkadaşı yoktu.
Ertesi gün işe gitmiştim. Bu sefer
yirmidört saat hastanede kalacaktım. Yarını iple çekiyordum. Dayısının da benim
de sonuçların açıklanma günüydü. Murat da heyecan yapmış olmalı ki gece beni
aradı. Annemden ve babamdan gizli aradığını anlayabiliyordum. Anlaşılan daha
babama durumu anlatamamıştı. Belki de babam örnek vermeyeceğini söylemiş beni
yine kabul etmemişti. Murat, Lina’ ı özlediğini söyleyince kulaklarıma
inanamamıştım. Heyecanla Hayat’ ın numarasını ona verdim. Hemen Hayat’ ı arayıp
haber verdim. Her zaman olduğu gibi benim gece kuşum uyumuyordu. Ama Lina
çoktan uyumuştu. Yine de bunu Murat’ a dönüş yapıp söylemedim. Onları kendi
haline bıraktım. Hayat, onun uyurkenki halini de gösterebilirdi sonuçta.
Servisteki işlerimi hızla bitirmem gerekiyordu. Sabah benim için büyük bir gün
olabilirdi. Lina için de öyleydi elbet.
Hastaneye yalnız başıma gitmiştim.
Lina’ ı hem yormak istemiyordum hem de sonucun olumsuz çıkma durumunda yanımda
bulunsun istemiyordum. Doktorun yanına gittiğim de direk bakışlarından
sonuçların olumsuz olduğunu anlamıştım.
Buna niye şaşıracaktım ki. Hayat
beni geçmişimle sınayacaktı. Kırdıklarımla ve kırıldıklarımla yine yüz yüze
gelmek durumundaydım. Yine babamla yüzleşecek yine o adama muhtaç kalacaktım.
Evren bana bir mesaj mı vermeye çalışıyordu? Neden neden hep yollar çıkmaza varıyor,
niye çaresiz kalıyordum?
“Zeynep, üzme kendini aramaya devam
edelim.” Kağan Beyin dediklerini sanki uzak bir dağdan bana seslenirmiş gibi
yankılı duyuyordum. Kendi içimde kendi sözcüklerimde boğuluyordum sanki.
“Bak, son ana kadar umudumuzu
kaybetmemeliyiz. Her yolu her ihtimalin kapısını çalmalıyız. Sen tükenirsen kim
devam edecek. Bayrağını taşıyan başka kimse yok.”
Öyle haklıydı. Yorulup tükendiğim de
bu bayrak yarışında bayrağımızı kaldırıp finale götürecek başka bir kişi yoktu.
bir anda ayağa kalktım. Doktor bey şok olmuştu.
“Doktor bey aramaya devam edeceğim
iyi günler.” Dediğim gibi odadan fırlamıştım. Daha cevap bile vermesini
beklememiştim. Onu nasıl bir halde bıraktığım konusunda hiç bir fikrim yoktu.
hastaneden hızla çıkmış eve doğru gidiyordum. Yürüyerek biraz zaman alabilirdi.
Bu esnada Hayat’ ı aradım.
“Alo Hayat neredesin?”
“Canım çarşıdayım eve geçeceğim
birazdan bir sorun yok inşallah değil mi?”
“Benim eve geç olur mu. Lina ve
Fatma Ablaya belli etme.”
“Hayırdır canım benim ne oldu.”
“Dokularımız uyuşmadı Hayat. Bu
lanet herifi bulmak bana artık hayat mayat meselesi oldu.”
“Hadi ya. Tamam hemen eve
geliyorum.”
Eve ulaştığım da çoktan Hayat eve
gelmiş bilgisayarda inceleme yapıyordu. Lina’ nın bizim evde olduğumuzdan
haberi yoktu. Çantamı vestiyere asıp içinden telefonumu aldıktan sonra direk
Hayat’ ın yanına masaya oturdum. Artık daha bir hırslıydım. Başka çarem
kalmamıştı. Kutsal’ ı bulacaktım.
“Evet, ne yapıyoruz?” dedi Hayat.
“Açıkcası aklıma tek gelen sosyal
medya hesaplarından İstanbul’ da yaşayan Kutsal isminde olan tüm kişilere
ulaşmak.”
“Ben baktım İstanbul’ da iki yüz
kadar Kutsal var. Ama arkadaşım bu kesin sonuç getirmez. Sen ne yaptın bir tane
bile bir şirkette bir Kutsal’ a rastlamadın mı?”
Böyle sorunca Hayat’ a Alka Holdingte
yaşadıklarımı anlatmadığımı hatırladım. Kalbimin hızla atmaya başladığını
farkettim. Belki de bulmuştum. Heyecanlanarak;
“Ya Hayat, ben sana bir olay
anlatacağım ama ben de benzetmek istemiş olabilirim.” Diyerek herşeyi baştan
sona anlattım.
“Eh tamam o zaman Altınkaya soyadı
ile internetten bir bakalım.” Diyerek bilgisayara yazıp aratma tuşuna bastı.
“Vallahi adamın burada bir sürü
fotoğrafı var. Dur bakayım facebooktan fotoğrafı varsa seninle olduğu
zamanlardaki fotoğrafını bulayım.” Içimden ben de baksam mı diye geçiriyordum
ama cesaret edemiyordum. Bir yandan bulmak istiyordum bir yandan o adamla
tekrar karşı karşıya gelmekten ötürü korkuyordum.
“Bak beş sene önceki bir fotoğrafını
buldum. Vallahi adam çok yakışıklı Zeynep eğer buysa aldandığın kadar var.”
“Dur!” ekranı bana çevirmekte iken
ağzımdan bir anda dökülüvermişti. Gerçekten de korkuyordum. Bunu kendime
yediremesem de korkuyordum. Hayat ise verdiğim tepkime donup kalmıştı.
“Bak şöyle yapalım. Sen bana tarif
et olur mu? Ben de onun olup olmadığını tahmin edeyim.”
“Kızım senin kafan iyi mi? Şurdan
baksana işte. Elimizde fotoğraf varken.” Bir anda yüreğim sıkışmış gibi
olmuştu:
“Hayır hayır Hayat, lütfen bak
anlamıyorsun beni bakamam lütfen.” Ağlamaya başlamıştım. Yüreğimin
sıkışıklığını sanki ağlamaya yenebilecektim. Rahatlamak istiyordum.
“Tamam tamam sakin ol. Peki ne
yapayım söyle.”
“Şeye bak. Şeye.” Bir anda aklıma
dövmesi gelmişti.
“Ha buldum. Boynun sol tarafında düş
kapanı dövmesi var.”
“Vallahi canım burada sol boynu açık
olan bir adet fotoğrafı yok. Adamın saçları uzun. Hoş genelde saçlarını arkaya
bağlamış ama.”
“Saçları uzun mu?” Biraz olsun
rahatlamıştım. Kendime ben bile anlam veremiyordum. Ama korkuma engel
olamıyordum. Korkuyordum.
“Tamam bakayım o zaman demek ki
tahmin ettiğim gibi değilmiş.” Hayat ekranı bana çevirmişti. Uzun kumral saçlı,
hafif sakallı atletik bir vücudu olan bir adamdı. Dış görünüş olarak aynı onun
gibi giyiniyordu. Belli başlı özellikleriyle evet Kutsal’ a benziyordu ama tam
olarak o diyemiyordum.
“Şu beş yıl önceki fotoğrafı
neredeydi?”
“Sence o mu?” Hayat ekranı hızlı bir
şekilde aşağıya kaydırıyordu.
“Yani benziyor ama vallahi ben de
yüzünü çıkaramıyorum ki?” Hayat eski fotoğraflara geldiğinde direk ekrana
yumulmuştum. Gözlerimi iyice kısmış fotoğrafları incelemeye yoğunlaştığım an
bir anda gözlerim faltaşı gibi açılmış nutkum tutulmuştu.
“Hayat bu evet bu o!” şok olmuştum.
Bunca yalanına bir de iş hayatı eklenmişti.
“Aman Allahım Zeynep, adam koca bir
holdingin sahiplerinden biri. Bir dakika ben bu aileyi bir inceleyeceğim.” Dedi
ve bir yandan konuşmaya devam ederek incelemeye başladı:
“Vay be Zeynep’ im nasıl bir
haksızlığa uğramışsın sen. Adam resmen peşine düşmeyesin diye senden gerçek
kimliğini bile saklamış. Demek o zamanlarda bu adamı rızan olmadan senden
yararlandığı için şikayet etmiş olsan
onları yerle bir edecektin.”
Hayat’ ın dediklerini düşünüyordum.
Haklı olabilirdi. Beni öldürmekle bile tehdit etmişti. Gözü dönmüş gibiydi.
“Zeynep, bu aile çok zengin çok
köklü bir aile. Sahip oldukları bir şirket değil. Dedelerden torunlara kadar
uzanan bir zenginlikleri var bunların. Kutsal ve Oytun torunlardan sadece
ikisi, en büyük abinin iki çocuğu. Vallahi burada magazin programlarının diline
düşecek öyle absorb bir yaşantıları da yok. Kutsal
Yorumlar
Yorum Gönder